Twitter Facebook

30 Ocak 2014 Perşembe

DİRİ DİRİ GÖMÜLEN KIZ ÇOCUĞUNA SORULDUĞUNDA

Selam insanlar, mecaz muhabbeti almış yürümüş kuranın dili kullanımı bilinmemekte, insanlar kafayı yemişcesine acayip şeylere inanıyorlar. Bir hayal dünyasında hakikati arıyorlar. Bataklığa düşüyor başkalarının düşmelerine de vesile oluyorlar. Taş üstüne bir taş koymadan ölüp giderek cennete kavuşacaklarını zannediyorlar. Hayır hayır kesinlikle iş onların sandıkları gibi değil!


Neyse :D

Tekvir suresi 8 ve 9'uncu ayet;

8 O diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda,
9 Hangi günah yüzünden öldürüldü diye!

Tarihte insanlar kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlarmış beyler :D Vay vicdanını siktiklerim ya. Tamam iyi güzelde biz nasıl oldukki lan? Ya da bu kızlarını diri diri gömen toplumların bir yerde soylarının kuruması veya erkek nüfusunun zirve yapması gerekmiyormu? Geçiniz!

Bu arap toplumunda fakirlik korkusuyla yapılmış vakti zamanında ki buna delil olan ayetler var fakat evrensel bir kitaptan bahsediyoruz bu kadar basitmi sanıyorsunuz siz bu işi.


 iza’l-mev’udeti süilet:  “baskı, eziyet sonucu imkânları kısıtlanan; eğitim-öğretimden, iş imkânlarından ve fırsatlarından mahrum edilen, bu nedenle de sıkıntılı, seviyesiz bir hayat sürmek zorunda kalan, ömrü ah-vah ile inim inim inleyerek, feryad-ü figan ile geçen, kız, oğlan ve erişkin herkes” demektir.

Yani asıl dikkat çekilen işin sosyal boyutu. Bu şekilde toprağa gömülüp öldürülen insan sayısı kaç ki lan? Evrensel bir kitaptan bahsediyoruz asıl mesajı da sosyal olarak ötelenen insanlardır.


Tarihe dönüp bakın bakalım kız çocukların ötelenişlerine, okutulmayıp kaderlerine hapsedilişlerine, ikinci plana atılışlarına, insan denen canlının en birincil hakkı olan okuma yazmanın kendilerine öğretilmeyişine.


İşte tanrının dikkatleri çektiği ve ilk hesabını soracağı şeylerden birisi budur. Diri diri gömülen kız deyiminin karşılığı budur. Çünkü bu kızlar ötekileştirilip toplumdan uzaklaştırılarak gerçeği hakikati arama hakları daha en başından ellerinden alınmıştır. Bu kızlar kuranın muhattabı olamamışlardır sırf birileri öyle istiyor diye. Tanrının da haklarını ilk arayacağını söylediği kişiler bunlardır.




22 Ocak 2014 Çarşamba

SEKAR VE HUTAME TEORİSİ

Selam insanlar şimdi müteşabih ayet birden fazla benzeşmeli anlam demektir. Yani bir sıra dahilinde çokça gerçeğe işaret edebilir. Bunun sağlaması eldeki veri ile yapılır. Karşılaştırıldığı vakit kesinlik içeren şaşmaz bir gerçek varsa ortada bu ayetin ona da işaret ettiğine karar verilir. Bu sekar ile ilgili bir beklenti var gayette oturuyor bu yüzden onu paylaşayım dedim.


Onu (Kur'ân beşer sözüdür diyeni) yakında Sekar'a yaslayacağım.

Bilir misin nedir Sekar? O, bırakmaz (baki kılmaz) ve de terk etmez (yok etmez).

O, beşer için fevkalâde levhalar yapandır. (müddesir)


Şimdi kuran 19 mucizesi yazısında belirtmiştim bu sekar'ın ''beyne acı veren sıcaklık, güneş onu yaktı eritti şeklinde sözlük karşılığı var. Gelin beraber bakalım müteşabih pasaj nasıl olur, dil nasıl psikopatça kullanılır görelim.



Şimdi ben o yazıda ''sekar'' ın bilgisayar olduğunu bilgisayara işaret ettiğini söyledim zira bu kesin, çünkü veriler örtüşüyor. 19 Mucizesi kendisine yaslanan bilgisayar adlı alet ile ortaya çıkıyor, yıl sayısı falan filan birebir örtüşüyor hatta pasajın sonunda ''sizden ileri gitmek veya geri kalmak isteyen için'' diyerek ee daha nasıl anlatayım be olum diyor.

Şimdi bundan başka anlamlar içerdiğine dair bilgiler gördüm duydum bir tanesi harbiden olabiliritesi nirvanaydı onu paylaşayım sizinle de dedim.


Şimdi şu levh sözcüğünün sözlük karşılıklarına bakalım.

levh: üzerine yazı yazılan tahta, şimşek çakması, parlama, deriyi yakıp kavurma


“O/Sekar, beşer için fevkalâde levvahatün yapandır”


Beyni yakan sekar beşer için fevkalede levahatün yapıyor.

- Sekar ''Bilgisayar'' olduğu zaman, levh: görüntüler, sayılar falan yapıyor,

- Sekar ''Güneş onu yaktı eritti, sıcaklık acı verdi'' olduğu zaman ''levahatün'' deriyi yaktı kavurdu oluyor, peki olunca ne oluyor?

İlk akla gelen seçenek cehennem. Fakat cehennem nedir ki? Giden varmı? Kitaba baktığın zaman herşey iç içe cennette cehennemde sürekli fakat hem bu dünya'da hem ahiret denen alemde! Aynen böyle anlatıyor kitap.

Neyse anlayacak olana yeterince açıkladığımı sanıyorum şimdi teoriye gelelim;


Bu haarp ile iyonosfere elektromanyetik dalgalar göndererek ısıtan at kafalarına, depremler, kabe'ye inen melekler vs.. ler yapanlara bir gönderme olabilirmi lan bu pasajda.


Allah bu adamları sekar'a yaslayacak olmasın lan, yani planlarını kendi başlarına geçireceğini söylüyor olmasın.

Şöyleki; Şimdi bunlar her boka eriştirklerinden tuğyana uyuyorlar. Yani kendilerini ihtiyaç sahibi gibi görmediklerinden götler nirvana ve her yaptıkları buluşu insanlar üzerinde kullanıyorlar atom bombasından ebesinin hörekesine kadar şimdi saydırmayın bana. Ama bu seferki oyunları büyük, baya baya iyonosferle oyun oynuyorlar ki bu direk kendilerinden başka herkesi gebertebilecek en kolay yol. Şimdi bunlar deneylerini sürdürüyorlar, devamlı olarak geliştiriyorlar ve birgün bu adamlar istedikleri sonuca ulaştıklarında ne olacak?


Bunlar iyonosfere ürettikleri elektromanyetik dalgaları gönderiyorlar ve oradan yeryüzüne etki edecek halde kullanmanın yollarını arıyorlar. İnsan vücudunun büyük çoğunluğunu su oluşturur. hidrojen ve oksijeni atomlar oluşturur. Oksijen yakıcı hidrojen yanıcı bir gazdır, şu halde oksijen yakıcı bir gaz olduğuna göre elektromanyetik dalgaya maruz kalırsa hidrojeni ateşler ve ebemizin amını görürüz. Yani sekar ile levahatün yapmış olurlar!

Ama 1 dk ayet farklı anlatıyor olayı gelin bir daha bakalım.


26–30.     Onu [Kur'ân beşer sözüdür diyeni] yakında Sekar'a yaslayacağım. Bilir misin nedir Sekar? O [Sekar] bırakmaz [baki kılmaz] ve de terk etmez. [yok, etmez] O, beşer için fevkalâde levhalar yapandır. [insan derileri için yakıp kavurandır]



Yani tuğyanlaşmış, tağuta tapan yavşaklar kendi elleriyle yaptıkları düzenin kendi başlarına geçmesi ile siktir olup gidecekler. Ve sanıyorum dünya'ya güzel bir ferahlama gelecektir o dönem.


Sadece cehennemin ele alındığı bir sure daha var o da hümeze suresi. Çok garip şeyler göreceksiniz şimdi.

O ki malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini ebedîleştirdiğini sanarak onu tekrar tekrar sayandır. Hayır... Hayır... Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp atılacaktır. Hutame'nin ne olduğunu sana ne bildirdi? (O) Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir. O, gönüllerin üzerine tırmanıp çıkar [ulaşır]. O, onların üzerine kilitlenmiştir/kapatılmıştır; uzatılmış direkler içinde. (Hümeze, 2-9)


Hutame: Kırıp geçiren. (elektromanyetik dalga)

uzatılmış direkler içinde! Vay arkadaş başka hangi sözlerle anlatılır lan bu dalga:


Harbidende uzatılmış direkler gibi kırıp geçirir adamın amına kor.


Yani diyeceğim bu teoride şu anlatıma bakılırsa ''ben onu sekar'a yaslayacağım'' demekki bu orospu çocuklarının kendi yedikleri bok kendi sonlarını getirecek. Allah'ın koruması altında olanlaraysa birşey olmayacak. Özetle ben elimde biramla maçımı izlerken biri yanıma gelip, tıpkı ikiz kuleler düzmecesi günü olduğu gibi ''haber kanalı aç haber kanalı aç'' diye heyecanla yanıma gelecek ben ise götümü gere gere yattığım koltuğumdan kanalı değiştirip rotschildlerin devasa sekse maruz kalışlarını seyredicem. Bu son cümlem sözün en güzelidir. Sözün en güzeli ise şudur;

Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir (ibrahim 24).

Yani zaten beni tanıyan ibo'ya olan hayranlığımı bilir bende yeri çok başka bu adamın. Onun suresinde böyle bir ayetin geçmesi beni pek şaşırtmadı ahahaha. Bu ayet çok güzel lan, güzel söz tarifi müthiş. Kökü sabit, dalı ise gökte. Yani güzel söz, gönülden gelip ağızdan çıkan sözdür. Gerisi boş sözdür.

Not: Birde bu ateistlerle kuran konusunda çok tartışmış biri olarak o ibnlerede not olsun bu hep diyorlar ya ne bulunsa zaten kuran'da yazıyordu diyor bu müslümanlar. Al amk duğum önden yazdım eğer bu tutarsa domalcanmı lan?








21 Ocak 2014 Salı

TUĞYAN NEDİR? ARILAR YOK OLURSA NE OLUR?

Selam insanlar kısa bir yazı yazayım dedim, yani niyetim öyle gereksiz çene yaparsam uzayabilir en iyisi garanti vermeyeyim. Tuğyan ve Arı meselelerine ufak bir değinmek istedim. Birbirinden alakasız iki konu başlığa bakıp bağ kurmayın yani. Aslında çok da alakasız değil ha son zamanlarda abd'de bir ton toplu arı ölümü gerçekleşiyor ve yerine farklı metodlarla boşluğu doldurmaya çalışıyorlar aha işte bu insanın tuğyana uymasıdır ahahah yazıyı okuyunca anlayacaksınız ne demek istediğimi.

“Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan kullarımı! İşte onlar, Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. Ve işte onlar KAVRAMA YETENEĞI (temiz akıl sahibi) OLANLARIN (lübb akıl sahiplerinin) tâ kendileridir.” ZÜMER 39/18

Burada gerçek akıl sahiplerine vurguda bulunuluyor. Aklını iyi ve doğru kullananları müjdele diyor.

Tuğyan haddi aşma, azgınlık, Allah'a isyan etmek demektir. Tuğyan tıpkı iblis gibi insanın doğasında vardır, tuğyana uyan kendi aklını ''tek kılavuz'' kabul eder. Çok mal ya da çok bilgi sahibi olduğu zaman kendisini ihtiyaçtan uzak görür ve kontrolü sağlayamazsa kişi tuğyana uymuş olur. Bu filozofların halka dini sembolik aktarmaları belki de zeka ve kültür seviyesi değişken olan halkı ''korku'' odaklı olsa da tanrı inancına sadık tutmak içindir. Şimdi düşünelim zeka seviyesi düşük bir kişinin çok fazla bilgi sahibi olduğunu, bir süre sonra kontrolü sağlayamayacağı için sapıtacaktır. Adamın kontrolünü iblis ele geçirecektir. Kişinin en ilkel yanı olan iblisin büyük bir bilginin kontrolünü ele alması ise felaket getirir. İnsan kendisinde her istediğini yapacak bilgi, güç ve yeteneği gördüğü zaman Allah'ı unutur. Daha doğrusu her insan bu kontrolü sağlayamaz. Bu durumda kişiyi tuğyana sürükler, Allah'a ortak koşmaya başlar. Bunun temelinde kibir ve bencillik vardır.



Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve yapacakları çardaklarda evler/yuvalar edinmesini, sonra 'meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin (sana) kolay kıldığı yollara gir' diye vahyetti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir içecek çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için, kesinlikle bir Âyet vardır. (Nahl, 68-69)


''Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve yapacakları çardaklarda evler/yuvalar edinmesini, sonra 'meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin (sana) kolay kıldığı yollara gir' diye vahyetti''

Bu vahyetme hayvana kodlanan bilgidir. Özelliklede şu vurgu ''yapacakları çardaklarda'' kimin yapacakları çardaklarda? İnsanın yapacakları çardaklarda! Arı insana hizmet etmesi gerektiğini biliyor bilgi ona verilmişki çardağı kimlerin yapacağı ekstra söylenmiyor. Burada muhattap arı üzerinden elbette insan o zaman bizde meseleyi anlamaya bakıcaz.


Şimdi bu arı denen hayvanın önemini belirten bir alıntı yapalım.

Bilim insanı Albert Einstein şöyle demişti "Arılar Ölürse İnsanlığın 4 Yıl Ömrü Kalır". Bu sözün altında yatan açıklama ve teori ise kısaca şöyle: Arı olmazsa, tozlanma ve döllenme olmaz, bu yüzden bitki ve meyveler olmaz, sonra buna bağlı olarak hayvanlar olmaz, sonunda da insan olmaz şeklinde bir teori ortaya koymuştur tabi bu teori özünde böyle ama bu kadar kısa sürede mi olur yoksa çok daha uzun süredemi olur bilinmez sonuçta tozlanma ve döllenme için arılar en büyük etken ama başka faktörlerin etkisi azda olsa mevcut ama şu bir gerçekki birçok bitki ve hayvan neslinin azalmasına yok olmasına neden olacaktır.

İlk olarak özellikle Amerika kıtasında görülmeye başlayan arı ölümleri dünyanın pek çok ülkesinde görülmeye başlandı ve bu ölümler özellikle toplu ölümler şeklinde görülmekte ve bu nedenle Albert Einstein'in yazımızın başında da belirttiğimiz sözü aklımıza gelmektedir.

Bilim adamları toplu arı ölümlerin önüne geçmek için bizlerin yaşantımızda yaptığımız bazı şeyleri değiştirmemiz gerekebileceği konusunda bilgiler veriyor çünkü arı ölümlerine, küresel ısınma, bitkilerdeki azalma, yanlış ve zararlı olabilecek bitki ve tarım ilaçlarının kullanılması ve yaygın kulanımı, çevrenin kirlenmesi gibi etkenlerin neden olabileceği bilgisini veriyorlar.

Kısacası arıların toplu ölümlerine yine bizlerin yaptığı duyarsızlıklar neden oluyor gibi görünüyor, kendi elimizle kendi sonumuzu mu hazırlıyoruz... http://www.birazbilgi.com/?/yazi/60/Arilar-Olurse-Insanligin-4-Yil-Omru-Kalir.html


4 Yıl değilse bile ebemizin hörekesini tersten göreceğimiz bir gerçek zira gıda kaynağımız olan bitkilerin ürün vermeleri, çiçeklerinde tozlaşma yapılması ile olur. tozlaşmayı arılar yapar. bitkisel gıdalar olmadığında da gebeririz amk daha ne kadar açık olacak.


Arılar çok değişik hayvanlardır lan deli gibi çalışırlar ve kendi ürettikleri ile beslenirlerse ancak katkıları artar, güçlü koloni oluştururlar dolayısıyla verimleri de artar. Kısacası onlar anlaşmaya uygun davranıyorlar ama insan götlük yapıyor. Biz insanlar arıyı kandırıyoruz ona şekerli su çakıyoz yemek diye, kovandaki bütün balı alıyoruz adamın hakkını yiyoruz o da kışın besleneceği bal olmayınca kovanı tekrar doldurcam diye daha fazla çalışmak zorunda kalıyor, kıytırık şekerli su ile kandırılan arı kovanlarında hastalıklar oluşuyor bunun sonucunda da yorgun düşüp ölüyor. Şimdi kim akıllı amk? Bu insanoğlumu? Oysa anlaşmaya uyup kovandaki balın yarısını biz almalı, kalan yarısını arılara bırakmalıydık. Böylece hem daha güçlü kolonilere hemde daha kaliteli bala sahip olacaktık.

''rabbinin kolaylaştırdığı yollara gir'' den kasıt da ayetin asıl muhattabı olan insanın anlaşmada üzerine düşen kısmıdır. Yani arı sana söylüyorum, mal insan sen anla!  Hayvana kolaylaştırılmış yolu bırakmalıydık, ama biz onun hakkını yedik. Fakat bilmiyoruzki kendi kendimizi mahvediyoruz. Gerçi bilmediğimiz kısmından pek emin sayılmam. Bana kalırsa insan her tür ibneliği bile bile yapıyor. Piyasa, rekabet, daha fazla para vs.. aç gözlülük nedenleriyle kendi sonunu getiriyor. Oysa olması gerekeni yapsa güçlü koloni oluşacak ve balında hasatın da amına koyacak ama gel görki açgözlü işte.






İSLAM FELSEFESİ TARİHİ

Selam insanlar geçen mantıklıpiç'in önerdiği kitaptan onun verdiği kısmı okudum pdf full bulamadım, kitap ise yok satıyor amk nasıl bulcaz bilmiyorum. Yani diyeceğim kitabın bölük pörçük bir kısmını okudum ama o kısımda benim işime yarayacak şeyler vardı. Bende yazıya dökeyim dedim. Okuyacak olanlara yön çizimi için biraz daha zihin açağını düşünüyorum.


Şu kısmı da bir okuyun;








Şimdi ben size filozofların bu kararı alma süreçlerini anlatayım. Abi şimdi bunlar başlarda götünü yırttılar ''gelin lan gelin çok acayip bir kitap bu ama sizin sandığınız gibi değil bak neler var neler'' diye. Fakat insanlar ''no signal'' olayında köpek gibi ısrar ettiler, atalarımda atalarım diye götlerini yırttılar, ''aa yok ya şimdi orda dur sen çok hızlı gidiyorsun şampiyon'' gibi kendince Allah'a karşı saygılı ve efendi davrandığını düşünen kendine soktuğum bir çizgi belirlemiş ama gerçekte sadece rol yapan yitik beyinli mallarla karşılaştılar, kendisini ''aaa ben değerlerim ölçüsünde yaşıyorum'' gibi sikik bir moda sokan ve sözde kendini doğru yolda sanan toplumda da saygı gören ayrı bir sığır sürüsüyle karşılaştılar... kısaca hiçbirisinden olumlu geri dönüş alamadılar. Ve sonunda bu şekilde bir yol alamayacaklarını anlayan filozoflar sinir hastası oldular, üzerlerine çöken durulmanın ve ''heyecanı götünde patlamanın'' da vermiş olduğu etkiyle ''öyle göte böyle yarrak'' adlı oluşumlar çerçevesinde toplanmaya başladılar.


Yani bence böyle oldu. İşin pis yanı ise onlar 1000 yıl önce yaşadılar :D ve bilginin beleş olduğu şu devirde bile hala o zamanki filozofların karşılaştığı tiplerin alayı birebir orta yerde durmakta.

Yani diyeceğim somut anlamın üstüne giydirilen soyut var kimse bu tarafı görmüyor ama bu havas grubunun hayatı orda geçiyor :D Üstelik kitap normal mesajlarında bile kinaye, mecaz, fabl vs.. kullanıyor. Ulan bu ne demek? Bak ben muhkemlerde bile bunu yapıyorum müteşabihleri var sen düşün demektir. Bu öyle zannetmeyle falan olacak iş değil benim bahsettiğim müteşabih olayı. Baya bildiğin sıraya konulmuş şekilde takır takır ortaya yığıyor. Sağlamasını elindeki veriyle yapacaksın. Elindeki veri gerçekmi değilmi işte bu ilim sahipliği ile bilinir. Örneğin piramitlerle ilgili ne masallar var. Yok meridyen noktasına yarım vole atıyormuş, alt tarafının yarı çapı güneşin uzaklığının ebesinin amı katıymış, yok tepesinde altın varmış şehre elektrik veriyorlarmış, lan ne elektriği ya heriflerin yapabildiği gemiyi görmedinizmi amk :D Yani tamam müthiş bir matematik var fakat gerisi düzmece lan, sadece ileri bir matematik bilgisi var o dönem teknoloji falan yok amk ve bana göre zamane filozofları dinden aldıkları bir bilgiyi kullanmışlar ışığın kırılması olayından faydalanmak için. Ufoymuş mufoymuş bunların cevabı tufan olayında yatıyor deli gibi kelime kelime araştırıcam o konuyu kuran'dan mutlaka birşeyler çıkacak adım gibi eminim. Sadece enki dna sarmalı olayı etkiledi beni hani bugünkü dünya sağlık örgütününde logosu olan. Ama onun da yine dinden edinilen bir bilgi olduğunu düşünüyorum. Bu filozof tayfaya çok doluyum amk kuzey kerileri :D Bu arada kuzey keri eşeğin amı demek kürtçe. Bana askerde bir tim verdiler yarısı zaza zeli kampı diğer yarısı ural altaylar, dediler bunlar sana emanet. Belam sikildi adamları kaynaştırana kadar. Amk filozofları dünya yönetmeyi nimetten sayıyorlar onların sıçtığı düşman halkları yönetmek daha da zor. Ama ben bu iki zıt kutuptan birbirlerine deli gibi bağlı bir tim çıkardım ortaya. On numara yönetirim ortam psikolojisini iblis beyini iyi tanırım ne yer ne içer bilirim ahahaha

Ey okuyan vatandaş bildiğini gizleme benimlede paylaş!

Neyse kaçtım.









18 Ocak 2014 Cumartesi

GÖNÜL GÖZÜ, KALP, BEYİN

Selam insanlar, selam ey ünsiyete muhtaç varlıklar :D gelin şu kalp meselesine bi el atalım. Cennet kaç paraymış birlikte görelim.


Öncelikle meselenin tanımını bir yapalım. Dikkat ederseniz kuran'da kalp ve akıl iç içe anlatılır bu kitapta hiçbirşeyin sebepsiz olmaması gibi bu da sebepsiz değildir. Biraz bakalım.


Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, kalpleri olsun da onunla akıllarını çalıştırsınlar, kulakları olsun da onlarla duysunlar. Şu bir gerçek ki, kafadaki gözler kör olmaz ama göğüslerin içindeki gönüller körleşir. (Hacc, 46)


Hmm ''kalpleri olsun da onunla akıllarını çalıştırsınlar'' Şu halde burada kalp ile anlatılan ''sahip olunan'' bilgidir, akıl ne ile çalıştırılır? Bilgi ile o zaman kast bilgiye. Kafadaki gözler kör olmaz fakat gönüller körleşir demek ham fikirlere uyan kişinin kalbinin(kazanımının) zannlarla dolu olmasıdır.


İşte, bilmeyen kimselerin kalpleri üzerine Allah böyle damga vurur. (Rum, 59)

Buradaki anlatımda yine temsili, Allah'ın kimseye damga vurduğu falan yok, kişinin kendi zannlarına uyması onun kalbini damgalanmış hale getiriyor yani kişi kendi kendisine yapıyor bunu.

Kalp yalanlamadı gördüğünü. (Necm, 11)

İşte bu tatmindir.


Allah sizi, dil sürçmesi sonucu, lağv/lakırdı olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz; ama O sizi kalplerinizin kazandığından hesaba çeker... (Bakara, 225)

Hah geldik sağlam meseleye neyden hesaba çekermiş? Kalplerin kazandığından! Kalplerin kazandığı nedir? Kişinin sahiplendiği bilgiler. İnsan ya aklını kullanıp gerçek bilgiye ulaşmıştır ya da sınırlı kalıp zannları tarafından kuşatılmıştır. İşte bunlardan sorumlusun arkadaş.



Bilgiden yoksun olanlar dedi ki: "Allah bizimle konuşsaydı yahut bize bir mucize gelseydi ya! ..." Onlardan öncekiler de aynen onların dediği gibi demişti. kalpleri birbirine benzemiştir. Biz ayetleri, gerçeği apaçık bilmek isteyenler için iyiden iyiye açıklamışızdır. (Bakara, 118)


Bunların kalplerinin birbirine benzemesi ise aynı zanni bilgiyle hareket edişleri. Oysa akıl kullanılırsa gerçeğin görüleceği belirtiliyor, her kim bu kitabı araştırıp bu kitaptaki karşılaştıklarına iman etmiyorsa yani onu kavramıyorsa emin olsun kendi bulaştığı zannlarından dolayıdır.


Bu Kur'an, insanların kalp gözlerini açacak ışıklardan oluşur. Gereğince inanan bir toplum için de bir kılavuz ve bir rahmettir o. (Casiye, 20)


Onlardan sana bakanlar da vardır. Peki, körlere sen mi kılavuzluk edeceksin? Hele, kalp gözleriyle de görmüyorlarsa! (Yunus, 43)


Kalp gözüyle görmüyorlar demek olayları bilgi ile değerlendirmiyorlar demektir. Bilgi ile değerlendirmeyen ve yanlızca zannına uyarak yargıda bulunanlardan bahsediyor.

...Onlar, kalplerle gözlerin döneceği/yer değiştireceği günden korkarlar. (Nur, 37)


Offf bu varya bu çok sert bir cümledir bu. ''Kalpler ile gözlerin yer değiştirmesi'' oha lan cümleye bak. Bu ayet ahiretteki yaratmaya atıf ve bilgiyle görüleceğini anlatıyor. Artık bunu sen kur kafanda bilgiyle görmek ne tarz bir yaratma ile mümkün olur. Bu senin hayal gücüne kalsın ama özet geçmem gerekirse orda ''zann'' yok! Herşey apaçık.


Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir... (Hucurat, 14)

Aha kalbe giren bir iman! İman neydi emin olmak, kesin bilgiye dayalı bir kabul ediş. Demekki burada bedevilere siz daha emin olmadınız kalbiniz kesin bilgiyle tatmin olmuş değil bu yüzden iman ettik demeyin sadece müslüman olduk deyin.


Her kim imanından sonra Allah'a küfür eder, kalbi iman ile yatışmış halde iken... (Nahl, 106)

Al yine kalbin iman ile yatışması. Yani bilgi ile tatmini tatmak.

...Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir... (Mücadile, 22)


İşte burada iyice net ruh ile desteklenen kalp. Yani bilgi ile tatmine ulaştırılması anlatılıyor. Bu tamamen kişinin kendi çabasıyla olacak birşey. Ne kadar ekmek o kadar köfte durumu.

"Yalnız bi kalbin selim/selim bir kalple Allah'a varan kurtulur." (Şuara, 89)


Yanlızca kim kurtulurmuş? Selim (tatmin olmuş) bir kalbe sahip olanlar. Olum bakın ben artık iyice kavramaya başladım bu olayı ki cennet tasvirlerinin alayı tamamen bilgi ve tatmin merkezli. Bana kalırsa insan öğrendikçe ve tatmin oldukça fiziksel bir boklar oluyor artık üçüncü gözmü açılıyor beşinci boyutmu açılıyor ben bilmem fakat cennet anlatımı bu tür bir durumla birebir ilintili.


Ey mutmain olmuş nefs/Ey zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişi! Dön Rabbine, sen Rabbinden O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime! (Fecr, 27-30)


Zira soru işaretleri kalmamış, kalben tatmin olmuş kişi hiçbirşeyden korkmaz ve huzursuzluk da hissetmez.


Valla hacılar benim gördüğüm cennet ulaşılan birşey bununda aracı bilgi. Ne kadar bilirsen o kadar tatmin o kadar cennet paşa. Diğer yaratma tarifi belli ''kafadaki gözler ile gönül gözü yer değiştiriyor'' tabi bu temsili bir anlatım ama kazanımın senin ebedi yaşamın bu çok net.



106.       Her kim imanından sonra Allah'a küfür eder, kalbi iman ile yatışmış halde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere. Ve de inkâra göğsünü açarsa, artık kendilerinin üzerine Allah'tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır.

107.       Bu, onların dünya hayatını ahrete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir.

108.       Onlar, Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini damgaladığı/mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir.

109.       Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanların ta kendileridir.



Burada iman'dan sonra küfre sapanın durumu anlatılıyor. Yani adam emin olmuş birçok gerçeği kavramış fakat sonra yine bilgi kazanımını öteleyip dünya'ya sarılmaya başlamış yani 5 duyu organına. Bu kimselerde ahirette ziyana uğrayanlardan oluyorlar işte.


(İnsan: 27) Onlar [insanlar] aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] seviyorlar ve ağır bir günü arkalarına atıyorlar.

(Şûrâ: 20) Her kim ahiret ekinini isterse, Biz onun ekininde, onun için arttırırız. Ve her kim dünya tarlasını isterse ona da ondan veririz. Ve onun için ahirette hiçbir nasip yoktur.

Bilgiye ulaşmak için çalışırsan yukarda bahsetmişti bir ayette ruh(bilgi) ile destekleriz diye dünyayı isteyene de dünyayı veririz demesi zaten isteyen kişi kendi dünya'yı almıştır bu ironileri kavrayın artık bir zahmet. Kelimeyi değil pasajı okuyun!!!

Neyse diyeceğim bilgiye yatırım yapmayanlar yanlış ata oynuyorlar abicim. Varlığını, evreni veya karşılaştıysan bu kitabı bilgi ile kavramadıkça istersen götünü yırt o cennet denen şeyi tadamazsın. Çünkü şu anki vücudun, beynin bir kompleks olarak buna programlı durumda, ben bir makina sistemi görüyorum. Meleklerin kayıt etmeleri falan hep bir makina olduğumuza işaret. Evet iradeli bir makinayız ve bilgi tek garanti belgemiz. Kalbin zann ile yatışması iman değil inançtır bunun bir faydası yok. Kesin bilgi ile yatışacak kalp ohhhhhhhhhh ulanın yanında bi büyük ''vay amk ne düzen be'' dedirtecek yani.


hadi ben kaçanzi.








17 Ocak 2014 Cuma

REPTİLİAN, SÜRÜNGEN BEYİN VE İBLİS BAĞLANTISI

Selam insanlar, hazır akşam iblis yazısını paylaşmışken şu reptilian muhabbeti ile ilgili de bilimsel durumunu kurcalıyordum ve aradığımı buldum diyebilirim. Yazıyı özellikle bütün olarak paylaşıcam ki size anlattıklarımı doğrular veriler olduğunu bizzat görebilesiniz diye.



Öncelikle nedir reptilian? Valla kanka öylesine bir kaos varki eğer bunların ne olduğunu klasik bilince yönelerek anlamaya çalışırsak, ne tür bir bok olduklarını anlamak imkansız gibi birşey. Biri diyor uzaylı bir ırk bunlar ve dünya'yı yönetmekteler(uzaylı olmaları dışında pek de yanlış sayılmaz amk hepsi güce tapan şerefsizler), diğeri çıkıp diyor, yok onlar aslında cinler ve aramızda yaşıyorlar falan filan benzer bir ton teori mevcut. Hepsi birer saçmalık ve kafa bulandırmaca. İşin gerçeğini kitleler kavrarsa güce sahip olmak artık çok zor olacak zira şu açıkça görülüyor evren bizimle açıkça bir diyalog halinde panpalar. Ne verirsek onu alıyoruz biz bu evrenden. Boka inanıyorsak o da bok yağdırıyor abicim olay bu. 

Benim gördüğüm ise her hal ve durumda olduğu gibi burada da şeytanların dosdoğru yol üzerine oturdukları. 

Bir örnek vereyim daha belirginleşsin.



Şimdi eski mısır, babil dönemine baktığımız zaman karşılaştığımız şey kesinlikle ileri bir matematik, sonra muhammed dönemine bakıyoruz ileri bir edebiyat görüyoruz vs... İçinde bulunduğumuz çağı ise ben bir harmanlanmış çağ olarak niteliyorum. Yani nasıl bir yemek yaparken malzemeleri hazırlar en son tencerede kavuşturursun ve artık yemeği ısınmaya bırakırsın. İşte mevzu aynen böyle.Eski mısır'da ileri matematik var fakat gördüğünüz üzere bir yazımda nasıl bir gemi yapabildiklerine şahit olduk :D Yani birşeyler eksikti hep fakat adamlar içinde bulundukları çağın nirvanası her neyse onunla tek tanrıyı bulmuşlar bir şekilde. Kimi edebiyatla bulmuş kimi matematikle. Örneğin yer çekiminin bulunmasının bu kadar gecikmiş olması bu matematiğe küfür gibi amk peki ama neden bulunamıyordu? Şerefsizim bugün dünyanın en sığır adamını al karşına, yanında bir cismi yere at bu neden düştü diye sor, 2 saat düşünsün yer çekimini tahmin etmezse ben götüm. Neyse bu dinlerin ne tür bir süreç geçirdiği ile ilgili klasik bir araştırmadan bir paragraf almak istiyorum.

Tüm deliller, kesinlikle başlangıçta bir "tek Tanrı" inancının bulunduğunu gösteriyor. Semitik kökenli halkların arkeolojik ve edebi kalıntıları da en eski zamanlarda bile bir "tek Tanrı" inancının var olduğunu gösteriyor. Yahudi dininin ve diğer Semitik kökenli dinlerin, totemistik, putlara dayanan bir kökeni olduğu teorisinin tamamen geçersiz olduğu bugün anlaşılmış durumda.

Langdon.

Aslında bende aynı fikirdeyim çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere evrilme mantığa aykırı geliyor çok düşündüm bu konuyu. Dinde yer alan tanrıya ait sıfatları ve hayal gücünün ürettiklerini insanlar ilahlaştırmak suretiyle dini bozmuşlar görüntüsü hakim. 

Neyse az evvel paylaştığım eski mısıra ait resimde horusun gözü şeklinde bir masal olarak günümüze gelmiş olsada aslında tanrının birliğini matematiksel olarak ispat amaçlıdır. 

Tanrı’nın birliğini (tekliğini) matematiksel olarak gösteren bir semboldür. Şöyleki; Bir bütün ikiye bölündüğü zaman 1/2 elde edilir. Bu da ikiye bölünürse 1/4 elde edilir. İşleme bu şekilde hep ikiye bölme ile devam edersek sırasıyla, 1/8, 1/16, 1/32 ve 1/64 elde edilir. Bunların tümü toplandığında ise 63/64 bulunur. Buradan şu sonuç çıkar: Bir bütün, sürekli olarak ikiye bölünmeye devam edilirse, toplam değerde, sonsuzluk hariç, hiçbir zaman bire, birliğe ulaşılamaz; yalnızca Mutlak(Allah) bir’dir. Horus’un gözü ''glifler'' denilen parçalardan oluşur ki, bu altı parça, sırasıyla, 1/2, 1/4, 1/8, 1/16, 1/32, 1/64′ü ifade eder. Bunu devam ettirerek karşılaştırabilirsiniz. mesela bir sonraki 1/128 olmalıdır 64+63=127 gibi... Yanisi matematiksel olarak tanrının birliğini tasvir için kullanılan sembol bugün güya garabet bir şeytanı temsil eder olmuştur.

Peki reptilian aslında nedir? Sedat Şenerman'ın bilimsel araştırma sonucunu paylaşmak istiyorum.

 SÜRÜNGEN BEYİN (R-komples): İBLİS

Sürüngen beyin, adı “aşağılayıcı çağrışımlar yapsa da, “hayatta kalma” içgüdüsünün merkezidir. Bu beyin bölgesine, sürüngenin İngilizcesinin (Reptilian) ilk harfinden hareketle R-kompleks de denilmektedir.
Beynin bu bölgesini akıl değil, içgüdüler yönetir. İçgüdülerin de birinci önceliği, ölmemektir. İkinci önceliği üremektir. İçgüdüsel kod basittir: “Hayatta kal ve üre /çoğal!”
Beynimizdeki R-kompleks, kertenkele, yılan gibi sürüngenlerin beyni ile ortak özellikler göstermektedir. İnsan gururunu kurtaracak iyi haber, R-kompleksin, insan beyninin “sadece bir bölümünü”, kertenkele, yılan gibi sürüngenlerin beyninin ise “tamamını” oluşturmasıdır!
R-kompleks, insan beyninin en ilkel bölümüdür. Hayvansal alışkanlıklarıyla hareket eder. Az gelişmiştir. Ama hayatta kalmayı başaran bir yapıdadır. Beyninin tamamı R-kompleksten oluşmuş bir kişiye “Recep ivedik beyinli” diyebiliriz![2]

SÜRÜNGEN BEYNIN “R-KOMPLEKS”
HAREKETLERININ KARAKTERISTIK ÖZELLIKLERI
Hayvanlar ile insanların ortak davranışını gözlemleyen nöro-psikolog Dr. MACLEAN, kertenkeleler üzerinde yaptığı incelemelerle, sürüngen beynin temel tutumlarını ortaya koymuştur.
Sürüngen beyin yabancılara karşı tavırlar, flört ve üreme davranışları, savaşma ya da kaçma hareketleri, eş seçimi, yuva kurma davranışları, grup içi otorite ve itaat şekillerinde daha çok kendini ortaya koyuyordu. Aslında doğal yaşam belgeselleri ile sosyal yaşam belgeselleri TV’de beraber izlendiğinde, hayvanlar ile insanlarda ortak olan “sürüngen beyin davranışları” kolaylıkla görülebilir.
Dr. Maclean’ın gözlemlerine göre sürüngen beynin hareketlerinin karakteristik özellikleri şunlardır:
a)Sürüngen beyin düşünmez, otomatik ve içgüdüsel hareket eder.
b)Hareketleri belirli tekrarlara dayalı, gelenekselleşmiş yapıdadır.
c)Yeni şeyler öğrenmeye kapalı, değişime karşı son derece dirençlidirler.
Sürüngen beyin, tehlike odaklı yaşar. Onun için tek önemli olan, yaşamının devamını sağlamak ve vücudunun fiziksel bütünlüğünü korumaktır. Akıl ve duygu sağlığı değil, bedensel güvenlik önceliğidir.
Sürüngen beynin, beyindeki fiziksel yeri “beyin sapıdır” Bedenimizle beynimizin birleştiği noktada bulunan beyin sapı, aynı zamanda Retiküler Aktivasyon Sistemi’nin (RAS) yani dikkatin merkezidir. Bu da sürüngen beynin kritik anlarda dikkati ele geçirmekteki üstünlüğünü gösterir.[3]



SÜRÜNGEN BEYİN DEVREYE GİRDİĞİNDE,
MANTIK /AKIL SERVİS DIŞI OLUR
Bir gece su içmek için uyanırsınız. Yarı uykulu halde salona doğru giderken, daha ışığı yakmadan salonda bir karaltı görürsünüz. Acaba içeride biri mi var?
Tehlike sinyali alan sürüngen beyin anında insiyatifi ele alır. Derhal doğrudan kontrol edebildiği kalp atışını, kasları, refleksleri uyarır. Yüreğinizi ağzınıza getirir! Kanınızı beyninize çıkarır.
Donuk bir halde, bir süre bekleyip karaltının hareket edip etmediğini izliyorsunuz. Hiç hareket etmiyor.
“Mantıklı /düşünen beyin” ancak şimdi devreye girebilir. “mantıklı /düşünen beyin” devreye girince, aklınız çalışmaya başlıyor. O andabirgün önce satın aldığınız yeni tavan aydınlatma lambasını hatırlıyorsunuz! Duygusal beyin korku duygularınızı yatıştırıyor, sürüngen beyin de normale dönüyor.

SAVUNMAYI SÜRÜNGEN BEYIN / R-KOMPLEKS YAPAR,
TEORİSİNİ NEO-KORTEKS / “MANTIKLI /DÜŞÜNEN BEYIN” YAZAR!
Birgün sonra, internette chat başına geçip mantıklı /düşünen beyninizi ve duygusal beyninizi” kullanarak, akıllı ve duygulu cümlelerle yaşadıklarınızı arkadaşlarınıza anlatıyorsunuz. O esnada sürüngen beyniniz tüm bunlarla hiç ilgilenmiyor, tüfeğini temizleyen kahraman şerif gibi gayet vakur bir şekilde yeni tehlikelere karşı tetikte beklemeye devam ediyor!
Normal zamanlarda düşünme, planlama, karar alma gibi işler yapan, insan aklı ve mantığının merkezi olan mantıklı /düşünen beyin için utanç verici olsa da, sürüngen beyin “hayati tehlike” söz konusu olduğunda, anında “mantıklı /düşünen beyni” devre dışı bırakıp kontrolü mutlak bir şekilde ele alır. En tehlikeli anlarda “düşünemez” hale gelmemizin nedeni budur.


İBLİSÇE DAVRANIŞLAR,
SÜRÜNGEN BEYNİN GERÇEK KİMLİĞİNİ TANITIYOR
Bencildir. Bir bölgeyi sahiplenir, başkasını orada istemez. Kendisinin daha önce oraya gelmiş olmasını hak görür.
Gösterişçidir. Fark edilmek için abartılı görsel /törensel hareketler yapar. Ait olduğu kimliğin sembollerini üzerinde taşır.
Bir ev veya yuva sahibi olmak onun için çok önemlidir. Herkesin eşit olduğu grupları sevmez, ya baş olsun, ya da başında biri olsun ister. Flört sırasında karşı cinsin gözüne girmek için abartılı ritüeller sergiler. Grup halinde gezer, ait olduğu grubun ortak kıyafet, ortak sakal, bıyık, sembol ve işaretlerini kullanır. Kendi düşüncelerine göre değil “başkaları ne der”e göre yaşar.
Beyni batıl inançlar ve mantıksız saplantılarla doludur. Zorda kalınca yalanlar söyler. Çıkarları için kumpaslar kurar. İkili oynar, aldatır. Ahlaklı ve iyi olması ilkelerine değil, çıkarlarına endekslidir. İstediğini elde edemeyince hırçınlaşır; fiziksel olarak güçlüyse saldırır, güçsüzse dedi-kodu yapar.
Düşünmez, içgüdülerini izler. Beyni içten dışa doğru çalışmaz, sadece dışındaki gelişmelere tepki verir. Anti-entellektüeldir. Kitap, kültür ve sanattan hoşlanmaz. Beyin gücüne değil, beden gücüne inanır. Konuşmak yerine, “eylemlerle” kendini ifade eder.
Hayatı siyah beyaz görür, insanları dost ya da düşman hatlarına koyar. Düşünce ve değerlere dayalı olandan çok, kan bağına dayalı yakınlık kurma eğilimi yüksektir. Körü körüne inanır, yeni şeyler öğrenmediği için düşünceleri pek değişmez, sabit fikirlidir.
Muhtemelen bu tarifi okurken gözünüzün önünden bazı insanlar geçmiştir. Oysa bu bir kişinin özelliklerinin değil, nöro-psikolog Dr. Maclean’ın sürüngen tutumlar listesinden hareketle oluşturulmuş R-kompleks / sürüngen beyin ile ilgili davranışların listesidir.[4]
Bize göre ise, her insanda doğuştan var olan, her kişinin bizzat kendi iblisidir.
Yukarıdaki özelliklerin hepsi, “potansiyel” olarak hepimizde bulunur. Tümünün bir kişide bulunması gerekmez. Aynı kişide biri ya da bir kaçı farklı oranlarda etkin olabilmektedir. Bu bağlamda Montaigne’nin “Her insanda insanlığın bütün halleri vardır” cümlesi üzerine düşünmek gerekir. Çünkü sürüngen beyin, insanlığın ortak mirası kabul ediliyor! Dr. Paul Maclean’e göre sürüngen beyni kontrol etmek ve yönetmek için insanda iki ayrı beyin katmanı daha vardır. Bunlar duygusal beyin ve “mantıklı /düşünen beyin”.

TOPLUMSAL DÜZEYDE SÜRÜNGEN BEYİN İLE
“MANTIKLI /DÜŞÜNEN BEYIN” ÇATIŞMASI
Aile ve grup içindeki çatışmanın geniş ölçekli bir versiyonu sosyal alanda görülür. İnsan beyninde olduğu gibi, toplumsal yaşamda da bazen sürüngen beyin /iblis egemen olur. Böyle dönemlerde Maw Horkheimer’ın deyişiyle, “kitlesel akıl tutulması” yaşanır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki birçok sosyal bilimcinin beynini bu konuyla ilgili bir soru kemiriyordu: “Kant, Hegel, Schopenhauer gibi büyük filozofları, Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir Alman ulusu, nasıl oldu da Hitler gibi bir delinin peşinden gidip yirmi milyondan fazla insanın ölmesine neden oldu? Hitler, “mühendis kafalı” olmakla ünlü Almanlara ne yapmıştı? Mantıklı insanların mantıksızlaşmaya başlamasına sebep olan neydi?”
Uzun süren araştırmalarla cevabın bazı bölümleri keşfedildi. Almanların beyninde, R-kompleks baskın hale getirilmişti. Peki, bunun yöntemi neydi?
1)Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir insanın beynini sürüngen beyin seviyesine indirmenin en iyi yollarından biri, onu bir gruba dahil etmekti. İç bağları sıkı bir grup içinde, kişi “akıl ihalesi” yoluyla mantığını (korteks) kullanmaktan vazgeçebiliyordu.
Bu amaçla kullanılan ikinci yol ise;
2)Kitleleri korku kültüründe yaşatmaktı! Eğer bir banka şubesinde havaya bir el ateş ederseniz, eğitim düzeyleri ne olursa olsun, oradaki her kesin beynini bir saniyede “sürüngen seviyesine” indirirsiniz! Aynı şekilde korkuya dayalı politik propaganda ile kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor.
Bu siyasal stratejide 3-D çok önemlidir:
*Düşman göster,
*Dayanışma duygusunu kışkırt,
*Düşündürme!

Sürekli çatışma çıkar ki taraftarların düşünemesinler!

İnsanların mantığına değil, içgüdülerine hitap et!

Daha detaylı bilgi için;

http://milliiradebildirisi.org/index.php/sedat_senermen.html

Sanıyorum taşlar biraz daha yerine oturuyor. Neyse ben kaçtım. 


İBLİS NE AYAK?

Selam insanlar, şu iblis konusunu tek olarak bir ele almak istedim. Elimden geldiği kadar açık aktarmaya çalışıcam artık gerisi sizin kendi çabanıza kalmış.

ARAF SURESİ

11.        Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere, "Âdem'e secde edin" dedik; İblis hariç onlar hemen secde ettiler; o secde edenlerden olmadı.


Pasaj tiyatro sahnesi/canlandırma şeklinde bir anlatıma sahip. Bu insan denen canlının en basit algılayacağı şekildir biraz düşünün ya. Olayları canlı tutuyor bu anlatım. Kuranı dinleyeceklere sanki ilk devirden beri yaşamış kişi bizlermişiz gibi anlatıyor burada amaç meselenin içine çekmektir kişiyi.

Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere, Âdem'e secde edin dedik.

Anlatıma bak resmen aşamalar var görmüyrmusunuz. 2 defa sonra diyor. Süreç: Yaratılış-Yükseliş(mükemmelleştirme,biçimlendirme)-Sorumluluk verme(ademe secde edin melekler)

Meleklerin bize secde ettiği an bizim artık sorumlu ve dünyanın halifesi olduğumuz andır. Meleklerin secde etmesi ise bizim onları bilgice kuşatmamızdır. Örneğin televizyon kumandasının sana itiraz ettiğini gördünmü lan hiç. Eğer gördüysen pili bitmiştir amk değiştir. Veya hayvanların seni yönetmesi mümkünmü? Eğer mümkünse ya geri zekalısın yada hiç aklını kullanmayan bir adamsın. Yani bize boyun eğdirilen melekler basitçe bunlardır, garip garip yerlere uçmayın.



12.        (Allah,) "Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten ne alıkoydu/seni secde etmemeye götüren şey nedir?" dedi.  (İblis de,) "Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın" dedi.



Pasaj devam ediyor. İblisin var olduğunu insana anlatmak isteyen tanrının yöntemini birlikte gözlemlemeye devam edelim.

Ne diyor iblis beni ateşten yarattın onu çamurdan. Yani Allah'ın emrine karşı enerjinin üstünlüğü bilgisini kullanıyor, başka bir durum daha var burada, Allah iblise bu konuda cevap vermeyerek onun doğru söylediğini kabul ediyor. Ne anlamda doğru söylediğini kabul ediyor? Ateşin çamura olan üstünlüğü konusunda. Yani enerjinin maddeye olan üstünlüğünü onaylıyor aslında burada Allah. (az sakin ol bitirmedim daha, gerginliğini 500 km den görüyorum amk ama kusura bakma o putlarını kırmaya geldim elbette biraz acıyacak)


13.        (Allah,) "Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın" dedi.


Burada ise öyleyse ''ihbitû = alçal'' bulunduğun yerden diyor. Neden az evvelki anlatımda iblisi yalanlamadığını anladınızmı. Evet enerji maddeden üstündür. Bana göre burada akıl denen şeye dikkat çekiliyor anlayana tabi. Neyse biz şimdi iblisi kavramaya çalışıyoruz. Allah iblise aşağılıklardansın diyerek apaçık onu sevmediğini, ancak iradesi sınav edilecek insan için onun var olması gerektiğini anlatmaya çalışıyor.

Devam edelim...


14.        (İblis,) "Yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre ver" dedi.

15.        (Allah,) "Haydi sen süre verilmişlerdensin" dedi.


Hmmm şimdi oturmaya başladı taşlar iyiden iyiye. Buraya kadar görülen o ki iblis zorunlu olduğu bir durum içinde, yani bir seçim hakkına sahip değil, bu da onu Allah'ın böyle yarattığına işaret eder. Allah onu sevmediğini 13'üncü ayette olması gerektiğini 14-15'de anlatıyor.


16–17.     (İblis,) "Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara geleceğim ve Sen, onların çoğunu şükredenler bulmayacaksın" dedi.



Beni azgınlığa itmene karşılık! Pardon ne? Anladınmı paşam iblisin bir seçim hakkı yok o bu sınav teması içindeki görevini uyguluyor. Yani görevimi on numara yerine getirecem diyor esasen iblis. Yani bir saygısızlık değil tam tersine Allah'a olan itaati söz konusu, fakat ayrımı iyi yapın verilen görevi içinde Allah'a itaati söz konusu yoksa Allah onu sevmediğini ve yanlızca süre vererek sınav teması içinde bir yeri olduğunu söylüyor, yanisi millet bizi cehenneme götürecek görevini on numara beş yıldız yapıcak bu iblis ve ilginç olan bu sizin içinizde sizin kontrolünüzde. Akıldan uzak yapacağın herşey iblisi harekte geçirmek demektir. Ham düşünce arzu ve isteklerin seni şeytana uydurur şeytanlaştırır.

Bakın şimdi anlatıma; önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yanaşmak!

Çevreden duyu organlarıyla algılanan herşeye karşı anında bir ham düşünce üretmektedir iblis. İşte sağından solundan önünden arkandan sobelemesi budur iblisin. Bir çeşit düşünce yetisidir iblis ve vardır amk. Bunu bastırıp bastırmamak aklını kullanıp kullanmamanla birebir ilintilidir. İnsanın çevresinde etki yapacak bir hareket yoksa ya da insan duyu organları ile bu hareketleri algılayamadığı için bunlardan etkilenmiyorsa, zihninde de bir tepki oluşmayacaktır yani iblis harekete geçmeyecektir. Örneğin gözleri görmeyen kişi iblise birçok konuda kapalıdır veya kulakları duymayan bir insan çevreden gelen etkilere ham fikir üretemeyeceğinden o da iblise birçok konuda kapalıdır. Sınav denen şey tam da budur paşalar, uçmayın. Bunu genişletin hayatı görün.



18.        (Allah,) "Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, and olsun ki, cehennemi sizin hepinizden dolduracağım" dedi.


İblise uymak demek her aklına gelen şeyi tartmadan ölçüp biçmeden yagı koymak veya uygulamak demektir. Ülkemize bakınca cehennemde yaşadığımı görüyorum sığır yuvası resmen. 5 tl için taksici öldüreninden, yemek kötü diye karısını öldürene kadar her tür manyak var aha işte bunlar cehennemdeler amk al sana şeytan bunlar işte, iblis bunları kölesi yapmış daha nerede arıyon gerçeği.


Neyse iblisle ilgili daha önce de tanımlamlar yaptım biraz daha arttırayım istedim, daha çok konuşacağım bu gavatla ilgili şimdilik bu kadar yeterli.





14 Ocak 2014 Salı

HACC, SALAT, TAVAF, MESCİT, MUSALLA GERÇEKLERİ



Selam insanlar, okumayanın çoooook şeyler kaybedeceği bir yazı paylaşıcam. Okuyan vatandaşlar ise eğer biraz olsun akıl sahibiyseler birçok gerçeği görme imkanı bulacaklar. Şimdilik ben gidiyorum sizleri de bu muhteşem makaleyle baş başa bırakıyorum.



HACC


“Hacc” kavramı, tıpkı “salât” ve “kıble” kavramları gibi zaman içerisinde maalesef yozlaştırılmış ve uzun süreden beri Kur’an dışı olarak; “dünyanın çeşitli yörelerinden renk, dil ve ülke ayırımı gözetmeksizin milyonlarca Müslümanı bir araya getiren ve bu Müslümanların tanışıp, görüşmelerini, ekonomik açıdan işbirliği yapmalarını, aralarındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesini sağlayan bir ziyaret” olarak anlaşılır olmuştur.

Fıkıh ve ilmihal kitaplarında da “hacc”; “Yılın belli günlerinde (kameri aylardan Zilhicce ayında) kurallarına uygun şekilde ihram denilen örtüye bürünerek Arafat’ta ayakta durmak ve Ka’be’yi tavaf etmektir. Bu kutsal yerleri belirli zamanlarda ziyaret eden kimseye hacı denir.” şeklinde tanımlanmış ve böylece Kur’an’da emredilen “hacc”dan başka bir şekle sokulmuştur.

Bu tanımlamalardan sonra da “hacc”;

- Hacc-ı ifrad: (Umresiz yapılan Hac),

- Hacc-ı temettu: (Hac mevsiminde, ayrı ayrı ihramla, hem hac hem de umre yapmak) ve

- Hacc-ı kıran (Hac mevsiminde, tek ihram ile hem Hac, hem de Umre ibadetini yapmak) diye sınıflara ayrılmış, bu sınıflamalardan sonra ise “hacc” hakkında;

- Ihrama girmek,

- Ziyaret tavafı yapmak,

- Arafat’ta vakfeye durmak şeklinde üç farz ve

- Sa'y yapmak (Safa ile Merve arasında),

- Ihrama mikat denilen yerlerden girmek,

- Güneş batıncaya kadar Arafat'tan ayrılmamak,

- Müzdelife'de vakfeye durmak,

- Mina'da 3 gün şeytan taşlamak,

- Tıraş olmamak veya saç kısaltmamak,

- Veda Tavafı (Tavafı Sader) yapmak şeklinde yedi tane de vacip ortaya konmuştur.

Hacc, yapmak için de Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi şartlar öngörülmüştür.

Sonuç olarak günümüzde “hacc”, bu sınıflamalara, icat edilen farz ve vaciplere göre yapılmakta; dünyanın değişik yerlerinden gelerek Mekke’de toplanan Müslümanlar, rehberler eşliğinde Mekke ve civarındaki birçok yeri gezip dolaşarak, Ka’be etrafında tur atarak, yok edilmiş iki tepe (Safa ve Merve) arasında koşturarak ve de şeytan taşlayarak sözde hacı olmaktadırlar.

Ancak, ne bu sınıflamalar, farzlar, vacipler Allah’ın emridir, ne de böyle bir haccın, değişik ülkelerden gelen hacıları tanıştırdığı, birleştirdiği, kardeşliklerini pekiştirdiği, ticari alanlarda işbirliği sağladığı görülmüş bir şeydir.


Birçok dinde ve inanışta bu günkü uygulamaya benzer hac ve hac merkezleri bulunmaktadır. Meselâ Budizm’de “Kapilavusta, Bodh Gaya, Benares, Kusinagara, Parinirvana” gibi mekânlar hacc yerleridir. Ayrıca İslam öncesine ait, Suriye’de Asterte, Mısırda, Karnak, Yunanistan’da Delphi gibi hacc yerleri vardır. Hatta Ka’be dışında da, Müslümanların ziyaret ettiği türbe gibi, küçük çaplı hacc; ziyaret yerleri de mevcuttur. Keza Hıristiyanlar önce Kudüs’ü ziyareti hacc saymışlar, daha sonra hacc alanlarını genişleterek, Efes (Meryemana) ve daha birçok mekânı hacc yeri kabul etmişlerdir.

İşte, Müslümanların haccı da, Kur’an’daki hacc ile alâkası olmayan, yukarıda örneklerini verdiğimiz muharref veya beşeri dinlerdeki hacca dönüşmüş durumdadır. Bu sebeple biz, “hacc” kavramının Kur’an’daki şeklini takdim etmeyi bir iman borcu biliyoruz.




Kur’an’daki hacc


“Hacc” sözcüğü; “kastetmek” demektir. Meselâ, “ حجّ الينا فلانhacce ileyna fülanün (Filan kişi bizi kastederek bize ayak bastı; geldi)” denilir. (Lisanü’l Arab, c. 2, s. 326, 327, hcc mad)

Zebidi ise bu anlama ilâve olarak; “ حجّhacc, ayak basmaktır, kanıtla galip gelmektir, bir yere defalarca gitmektir” gibi açıklamalarda bulunmuştur. (Tacü’l Arus; c.3 , s. 324 “hcc” mad)

Bu açıklamalar netleştirilirse, “hacc” sözcüğü, fiil olarak; “Bir şeyi kafaya koymak ve onu yapmaktır” denilebilir. Sözcüğün, ayetlerdeki gibi Beyt; Ka’be ile birlikte tamlama olarak kullanılması hâlinde anlamı; “Ka’be’yi kafaya koyup oraya gitmek” manasına gelmektedir.

Sözcüğün isim olarak anlamını tespit etmek için ise, “Kıble” yazımızda belirttiğimiz, Ka’be’nin niteliklerini ve “Mescid-i Haram tarafının” yani Ka’be tarafının neden “kıble” yapıldığını hatırlamak, dolayısıyla Ka’be’nin ne olduğunu dikkate almak gerekmektedir:


Bakara; 148-151: Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye en iyi güç yetirendir.

Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir hakktır. Allah, yaptıklarınıza gafil de değildir.

Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, -onlardan zulmeden kimseler hariç- sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun.


Bu ayetlerle, “Mescid-i Haram tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmiş ve “Mescid-i Haram tarafı”nın “kıble (hedef, strateji)” yapılmasının gerekçeleri sayılmıştır. Bu gerekçeler şunlardır:

1. “insanlardan, -onlardan zulmeden kimseler hariç- sizin aleyhinizde bir delil olmaması için”, yani; herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.

2. “Benim size, içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için”, yani; Allah’ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.

3. “doğru yolu bulabilmeniz için”, yani; kurtuluşa erebilmeniz için.


Görüldüğü gibi Yüce Allah’ın, Mescid-i Haram tarafının kıble, hedef edinilmesi için gerekçe olarak gösterdiği hususların tahakkuk ettirilebilmesinin, namazda yüzlerin fizikî olarak Mescid-i Haram tarafına çevrilmesiyle bir alâkası bulunmamaktadır. Bir başka ifade ile, Mescid-i Haram tarafının kıble, hedef edinilmesi suretiyle Allah’ın bizler için istediklerinin sağlanamayacağı, her namuslu, dürüst insanın kabul edeceği bir gerçektir. Bu durumda ise, “Mescid-i Haram tarafı” ifadesinden, namazda yüzlerin fizikî olarak Mescid-i Haram tarafına çevrilmesinden başka bir şey anlaşılması gerekmektedir.

“Mescid-i Haram tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği yine Kur’an’dadır ve şöyle açıklanmıştır:

Bakara; 125:

Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. -Siz de İbrahim’in makamından bir musalla (salât gerçekleştirilecek yer) edinin.- Ve Biz İbrahim ile İsmail’e: “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler, rüku edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.


Âl-i Imran; 96, 97:

Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke’dekidir (Mekke’dekidir). Onda apaçık deliller; İbrahim’in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir.


Maide; 97:

Allah, Ka’be’yi; o Beyt-i haram’ı, haram ayı, heydi (hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı) ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.


Yukarıdaki üç ayette yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Haram”ın özellikleri hakkında şu tespitler yapılabilmektedir:

- Mescid-i Haram veya Beytüllah veya Ka’be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir (okuldur).

- Orada İbrahim peygamberin makamı (ayaklandığı, zalimlere karşı kıyam ettiği, mücadele ettiği yer) vardır. (Yoksa, Ka’be’yi yaparken ayağını bastığı taş değil.)

- Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, orada baskı ve zulüm olmamalıdır.

- Orada hikmetler (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler) yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.

- Orası, orada dolaşanlara, akiflere, kaimlere, rükû edenlere, secde edenlere tertemiz tutulmalıdır.

- Müslümanlar “İbrahim’in makamından bir musalla (salâtın ikame edildiği yer, alan)” edinmelidir.

- Gidip gelmeye imkan bulanlar da oraya gidip gelmelidir.


“Mescid-i Haram”ın Kur’an’da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tespit edilince görülmektedir ki; Rabbimizin yaptığı vurgular Mescid-i Haram, Beytüllah veya Ka’be’nin fizikî yapısı ile ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir ve İbrahim peygamberin Ka’be inşa etmesi de, tevhid okulunu açması ve bu okula işlerlik kazandırmasıdır. Buna göre, “Mescid-i Haram tarafı” ifadesinden ne anlaşılması ve “Mescid-i Haram tarafına yönelmek” için nelerin yapılması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır:

- Özerk ilâhiyat okulları (“Tabii Bilimler”in tümü doğal olarak ilahiyat okuludur) açılmalı ve bu okullardaki ilahiyatı, tevhidi öğreten öğretmenler (rüku edenler) ile öğrenciler (ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar) gözetilmelidir.

- Salâtın ikamesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır.

- Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler, askerî subaylar yetiştirilmelidir.


Bu tespitlere göre, Ka’be’nin bir “yüksek ilahiyat okulu” olduğundan hareketle; “hacc” sözcüğün isim olarak anlamı; “KA’BE’DE YÜKSEK İLAHİYAT ÖĞRETİM VE EĞİTİMİNİ KAFAYA KOYUP ORAYA GİTME, ORADA İBRAHİMÎ EĞİTİM VE ÖĞRETİMLE İBRAHİMLEŞME; BİR KURMAY TEVHİD ERİ OLMAYA GİTME” demektir.

Bizim, “hacc” sözcüğünün anlamına ve Ka’be’nin Kur’an ile belirlenmiş işlevlerine dayanarak yaptığımız bu tespit, aşağıda görüleceği gibi Kur’an ayetleriyle birebir örtüşmektedir ve Ka’be’nin, işlevleri dolayısıyla hacc emrinin yerine getirilmesinde büyük öneme sahip olduğu, ayetlerde açıkça vurgulanmıştır. Bu sebeple de biz, hacc konusundaki tahlilimize Ka’be’nin tanıtımından başlamayı uygun görmüş bulunuyoruz.


Ka’be’nin tarihi


Kur’an’da verilen bilgilere göre Ka’be ilk olarak İbrahim ve İsmail peygamberler tarafından inşa edilmiştir. Kur’an’daki bilgilerin dışında İslâm tarihçilerinin Ka’be hakkında verdikleri bilgiler ise rivayetlere dayanmaktadır. Meselâ, Kureyşlilerin Ka’be'yi yeniden inşası bir kaynakta şöyle yer almaktadır:


İbn İshak der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihayet onlara yahudilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: Ben Allah'ım. Bekke'nin (Mekke'nin) Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar varettim. Buranın çevresini saran iki dağ (Ebu Kubeys ve el-Ahmer dağları) zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır."

Abdullah b. ez-Zübeyr ile Haccac Dönemi:

Şamlılar (Emeviler), Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka’be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka’be'yi yıktı ve Hz. Aişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya beş zira'lık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka’be'nin yüksekliği onsekiz zira' idi. Ona Hicrden bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da on zira' daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka’be'ye de iki kapı yaptı. Müslim'in Sahih'inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.

Rivayet edildiğine göre er-Reşid, Malik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka’be'yi yıkmak ve Peygamber (s.a)'dan gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Malik ona: Allah adına sana and veriyorum ey mü'minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı haline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur. KURTUBİ


Ka’be Allah’ın evidir


Ayetlerde Allah, Ka’be’yi “Evim” diye kendi zatına izafe etmek suretiyle, bu Ev’in şerefine, değerine ve önemine işaret etmiştir. Bilindiği gibi, bizzat Allah’a izafe edilen şeyler üzerinde kimsenin hak sahibi olması söz konusu değildir. Dolayısıyla Ka’be Allah’ındır, orada Allah’tan başka hiç kimsenin hükümdarlığı, hükümranlığı kabul edilemez. Aslında tüm mescitler de Allah’ındır. Ayetlerde özellikle Ka’be'nin söz konusu edilmesi, o sırada başka bir mescit olmamasından veya Ka’be’nin saygınlığının daha büyük olmasından dolayıdır.


Cinn; 18:

18- Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.

Nur; 36-38:

36–38- Allah’ın, içersinde Kendi isminin yücelmesine ve zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam (sürekli) Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış veriş, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızklandırır.


Ka’be’nin, yani Beytullah’ın diğer bir ismi de Mescid-i Haram’dır (Dokunulmaz Mescit’tir).


Bakara 191:

191– Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Haram yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir.


Ka’be’nin inşa görevi İbrahim ve İsmail peygamberlere verilmiştir


Bakara; 125-129:

125- Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. -Siz de İbrahim’in makamından bir musalla (salât gerçekleştirilecek yer) edinin.- Ve Biz İbrahim ile İsmail’e: “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.

126- Ve bir zaman İbrahim “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvalarla rızıklandır” demişti. O (Allah) dedi ki: “küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”

127- 129- Ve hani İbrahim, Beyt'ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta Kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için İslamlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin içinİslamlaştıran bir ümmet kıl (getir). Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tövbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tövbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta Kendisisin. Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, Aziyz’in, Hakiym’in ta kendisisin.


Tıpkı yukarıdakiler gibi, İbrahim peygamberin Ka’be ile ilgili görevini bildiren ve Ka’be’nin işlevini açıklayan bir başka ayetten, hacc görevinin de ilk olarak İbrahim peygamber ile başlatıldığı anlaşılmaktadır:


Hacc; 26-29:

26-29- Ve hani Biz, bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada kıyam edenler (zulme baş kaldıranlar), rükû edenler, secde edenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait bir takım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde O’nun adını anmaları içininsanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş (yorgun düşmüş) binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/ özgür evde (Ka’be’de) dolaşsınlar.” diye, o evin (Ka’be’nin) yerini, İbrahim için hazırlamıştık. -Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun-

Görüldüğü gibi yukarıdaki ayetlerde Ka’be’nin kimlere ve hangi işlevleri görsün diye yaptırtıldığı bildirilmekte; İbrahim ve İsmail peygamberlere Beyt’in inşası görevi yanında, insanlar için bir mesabe (sevap kazanma yeri/ sık gidilip gelinen yer) ve güven yeri” kılınan Ka’be’nin, orada dolaşanlar, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve secde edenler için tertemiz tutulması görevinin de verildiği açıklanmaktadır.

Belirtilen işlevler için İbrahim ve İsmail peygamberlere inşa ettirilen Beyt, ilâhî programda da insanların sık gidip gelme gereği gördükleri ve geliş gidişte veya orada kalışta gayet güvende oldukları bir yer olarak hazırlanmıştır:


Ka’be’nin güvenlik yeri kılınması


Ka’be’nin güvenlik yeri olması konusu, daha önce Kureyş suresinde; Ev’in Rabbinin, Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı bildirilerek, sırf emniyet içinde nimetlenmeleri sebebiyle bile olsa, Kureyşlilerin yalnızca Allah’a kulluk etmelerinin gerektiğini anlatmak üzere gündeme getirilmiştir.


Kureyş; 4:

4- O ki, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir ve her korkudan onları güvene kavuşturmuştur.


Kureyş’e verilen bu nimetlere, başka ayetlerde de dikkat çekilmiştir:


Ankebut; 67:

67- Yoksa kıyılarında, insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen, orayı (Mekke’yi), güvenli, harem (dokunulmaz) yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ batıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?


Kasas, 57:

57- Ve onlar; “Biz seninle beraber hidayete uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızk olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, haram (dokunulmaz) bir yere (Mekke’ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.


Yukarıdaki ayetler tamamen tarihî gerçekleri yansıtmaktadırlar. Çünkü Kureyşliler bu Ev’e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları yoktu. Ne zaman ki Mekke’de bir araya gelip Ka’be hizmetini üstlendiler, o zaman bütün Arabistan’da saygın bir duruma geldiler. O dönemde insanlar Arabistan’ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamazlar, her an bir saldırıya uğrama tehlikesi altında yataklarında bile huzursuz ve tedirgin olarak uyurlardı. Çünkü muhtemel saldırıların sonucu ya ölüm ya da kölelikti. Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ salim ilerleyebilirlerdi.

İşte, cahiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı bir ortamda, Mekke’deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü Mekke’ye bir düşman saldırısı olması söz konusu değildi. Kureyşliler “Ka’be’nin hizmetçileri” sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle karşılaşmazlardı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin “Ben Haremliyim” ya da “Ben Allah’ın haremindenim” demesi bile, saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence sağlardı.

Ka’be’nin güvenlik yeri kılınmasının, Kureyşlilere sadece maddî çıkarlar sağladığı sanılmamalıdır. Allah’ın vahyinin bu güvenlikli bölgede inmeye başlaması, önce Kureyşlileri sonra da tüm insanları cehaletten kurtarmış; hidayetin açıklanması ile insanlar sapıklıktan, küfürden, dolayısıyla da cehennemden uzak tutulmuştur.


Yukarıda verdiğimiz Bakara/ 125. ayetteki parantez cümlesinde bulunan; “-Siz de İbrahim’in makamından bir musalla (salât gerçekleştirilecek yer) edinin.-” talimatı ile insanlara, “bir zaman öyle yapıldığı gibi, siz de şimdi orada bir musalla edinin” denilmekte, yani orada tevhidin öğretileceği, yaşatılacağı bir okulun açılması emredilmiş olmaktadır. Bu ise, ayrıntıları ilerideki ayetlerde gelecek olan hacc görevinin verilmesidir.


Musalla


Ayette geçen “مصلّى musalla” sözcüğü “ ص ل وsalv” kökünden “ صلّىsalla, يصلّى yüsalli” fillerinin mimli mastarı olup, “salât edilen yer, mekân” demektir. “Salât” sözcüğü maalesef “namaz” olarak algılanınca, bu sözcük de “namazgâh (namaz kılınan yer)” olarak dile yerleşmiştir.

“Salât” sözcüğü, doğru anlaşıldığında ise sözcüğün anlamı; “zihinsel ve malî sosyal desteklerin, aktivitelerin uygulandığı yer” demek olmaktadır. Sadece Bakara suresinde geçen bu sözcüğün doğru manasına göre “İbrahim’in makamından bir musalla edinin” emrinden; İbrahim peygamberin açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke’de, uluslararası bir musalla (eğitim ve sosyal destek merkezi) oluşturulmasının istendiği anlaşılmalıdır. Musallanın önemi ve işlevi aşağıdaki ayetlerde de yer almaktadır:


Maide; 106:

106- Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şahitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkoyarsınız. Sonra da onları, "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi halde günahkârlardan oluruz" diye Allah’a yemin ettirirsiniz.


Hacc; 34, 35:

34, 35– Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların behiminden rızk olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mensek ibadet yeri/ibadet biçimi kıldık. İşte, sizin ilahınız, bir tek ilahtır. Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit onların kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikame eden ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden o, Allah'a içtenlikle boyun eğenlere müjdele.


Tarihi belgelere bakıldığında, Mekke döneminde serbest bir musalla edinilemediği, muhasara döneminde değişik yerlerin; evlerin, bahçelerin, ağıl ve ahırların musalla, mescit olarak kullanıldığı, müminlerin toplantılarını, buluşmalarını, eğitim ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri görülmektedir. Medine’de ise, bugünkü mescide yaklaşık altı yüz elli metre uzaklıkta, mescidin batısında, bu günkü “ مسجد الغمامة Mescidi Gamame (Bulut Mescidi)” denilen caminin olduğu alan “musalla” olarak tayin edilmiş ve salât; tüm sosyal destek faaliyetleri burada uygulanmıştır.


Mescit


“مسجد Mescit” sözcüğü, “ سجد يسجدsecede, yescüdü”… fiilinin mimli mastarı (mekân ismi) olup “secde edilen/ettirtilen yer” demektir. Ama bunun, günümüzde kılınan namazlardaki secde yeri ile alakası yoktur. Çünkü bu secde yeri, yani mescit; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin ikna edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer” veya gerçek anlamıyla, kısaca “eğitim ve öğretim, ikna alanı” demektir.

Bu anlamı itibariyle “mescit”, salâtın (sosyal desteğin) zihinsel boyutlarının, musalla ise; “salâtın (sosyal desteğin) hem zihinsel hem de malî yönlerinin geniş katılımla uygulandığı alan” demektir. Nitekim peygamberimiz salâtı, dar çerçevede mescitte uygulamış, bayram günleri, haftalık toplantı günleri, cenazeler, savaş hazırlıkları vs. gibi geniş katılımın olduğu günlerde ise musallada gerçekleştirmiştir.

Buradan anlaşılan odur ki beytler; orada bulunanlar, din bilgisini geliştirmek için orada belirli süre kalmaya karar verenler, orada tevhidi öğretenler ve öğrenenler için uygun tutulmalı ve orada tevhid öğretilmelidir.


Yine Bakara/ 125. ayette ve ayrıca Hacc/ 26. ayette de, Ka’be’den, yani Beytüllah’tan (Allah’ın Evi’nden) yararlanacakların; “dolaşanlar”, “ibadete kapananlar”, “rükû edenler”, “secde edenler” ve “kıyam edenler (zulme baş kaldıranlar)” oldukları açıklanmıştır. Bunların kimler oldukları da, doğru anlaşılması gereken hususlardandır.


Tavaf edenler; dolaşanlar


Tavaf; “bir yerde dolaşma” demektir. Burada bu sözcükle, orayı ziyarete gelen ve orada dolaşıp duran kimseler kastedilmiştir. Bu kimseler, orada cereyan eden aktiviteleri izleyerek gittikleri yerlerde Beytüllah’ın tanınmasına vesile olacaklardır. “Ka’be’yi tavaf” diye bir ifade Kur’an’da yer almaz. Bu konu klasik kaynaklarda da şu şekilde açıklanmıştır:


"Tavaf edenler." İfadenin zahirinden anlaşılan Beytullah'ı tavaf eden kimselerdir. Ata'nın görüşü budur. Said b. Cübeyr ise Mekke'ye gelen yabancılar için temizleyin anlamına gelir, demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır. Kurtubi


İbadete kapananlar; akifler ve itikaf


“Akif” sözcüğünün kökü “akf” olup, anlamı; “bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek” demektir. (Lisan; 6/385 “akf” mad) Buradan anlaşılan odur ki sözcük; “gayet bilinçli olarak bir konu ve nesneye odaklanmak, taparcasına bağlanmak” anlamına gelmektedir. Nitekim birçok yerde (A’raf; 138, Ta Ha; 91, 97, Enbiya; 52, Şuara; 71) sözcük “tapma” boyutuyla, Bakara;125, Hacc; 25 ve Fetih; 25’te de “ısrarla bir şeye yönelme” anlamında geçmektedir.

Bakara/ 187. ayette geçen “Ve siz mescitlerde “akif” (programlı ibadet halinde) iken” ifadesine bakarak da sözcüğün; “mescitlerde tevhid öğrenme, öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla, planlı ve programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme” anlamına geldiğini söylemek mümkündür.

Adı “itikaf” olarak yerleşen bu faaliyet fıkıh kitaplarında; “belli bir zamanda belli şartlara riayet ederek özel bir yerde özel bir itaate devam etmek” şeklinde tarif edilmiştir. Ama bu ifadeler, insanın kendini bir mağaraya hapsetmesi olarak değil, Beytüllah’ta Kur’an’a odaklanarak Allah’ın mesajını iyi ve doğru anlamaya çalışması olarak anlaşılmalıdır.


Rükû edenler


Rükû denince, herkesin aklına “namazda ayakta dururken eğilip belin bükülmesi” gelmektedir. Çünkü sözcük asırlar önce kafalara bu anlamla kazınmıştır. Hatta klâsik eserlerde, Kur’an’da ilk kez Mürselat suresinin 48. ayetinde geçen rükû'dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile, namazın parçasının anılıp bütününün kastedildiği ifade edilmiş ve 48. ayetin manası da bu görüş doğrultusunda; “Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” olup çıkmıştır. Hâlbuki ayetin bu şekilde anlaşılması bize göre yanlıştır. Çünkü Mürselat suresinin indiği dönemde namaz ile ilgili herhangi bir emir ve yaptırım söz konusu değildir. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kıl” demenin de bir mantığı yoktur. Böyle olmasına rağmen, bütün meal ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır.

Bir kavramın doğru anlaşılabilmesi için, önce o kavramı ifade eden sözcüğün var olan anlamlarının bilinmesi, sonra da bu anlamlar içinden doğru olanının takdir edilmesi gerekmektedir. Arap dili hakkında en önemli başvuru kaynağı olan Lisânü'l-Arab'ta rükû sözcüğü için aşağıdaki anlamlar yer almaktadır:

1) الرّكوع (rükû), “hudû” (eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek) demektir.

2) Rükû, “inhina” (iki büklüm olmak) demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara rakea'ş-şeyhu (ihtiyar iki büklüm oldu) denir.

3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam).

4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” (haniflik etmek) demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki (rükû eden) ve rakea ilellâh (Allah'a rükû etti) derlerdi. (Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” mad.)


Bize göre 4. maddedeki anlam, “rükû” sözcüğünün Kur’an’daki ilk geçişi olan Mürselat/48. ayetin en doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır.

Dolayısıyla da, Kabe’de rükû edenler, orada tevhidi öğreten öğretmenlerdir.


Secde edenler


“Teslim olma, boyun eğme” anlamında kullanılan “secde” sözcüğü; “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi (eğmesi)” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamında vazedilmiştir (ortaya çıkmıştır). Daha sonra da sözcük; “ülke krallarının bastırdıkları paranın üstündeki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi” anlamında kullanılmıştır. (Lisan ül Arab; c:4, s:497)

Demek oluyor ki “ سجدةsecde”; “kişinin bilinçli olarak bir başkasına -kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek- teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Kur’an’da defalarca nakledilmiş olan, “meleklerin Âdem’e secde etmeleri” de işte bu anlama gelmektedir. Yani melekler (tabiat güçleri), Âdem (bilgili kimse) karşısında, o kendilerinden daha güçlü olduğu için ona boyun eğmişler ve teslim olmuşlardır.

Görüldüğü gibi, “secde” sözcüğünde “yere kapanmak” anlamı yoktur. “Yere kapanmak” eylemi “ خرورharur” sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı ayetlerde “ خرّوا سجّداًharru sücceden” diye geçer ki bunun anlamı; “secde ederek (teslim olarak) yere kapandılar” demektir.

“Teslim olarak yere kapanma” ifadesinin yer aldığı ayetler şunlardır:


Yusuf; 100:

Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi ona teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yusuf): “ Babacığım işte bu durum, o gördüğümün tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye lutuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır.


Meryem; 58:

İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan ve hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek (teslimiyet göstererek) yere kapanırlardı.


Secde; 15:

Gerçekten Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde ederek yerlere kapanan ve Rabblerine hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayanlar inanırlar.


İsra; 107–109:

De ki: Siz ona (Kur’an’a) ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o (Kur’an) onlara okunduğunda onlar, secde ederek (teslimiyet göstererek) çeneleri üstü kapanırlar. Ve: “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir.” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu (Kur’an) onların huşuunu (alçak gönüllüğünü) artırır.


Bir de korkudan yere kapanmak vardır ki, bu secde ederek, yani boyun eğerek yere kapanmak değildir:


A’râf; 143:

Ne zaman ki Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona konuştu. (Musa) “Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana!” dedi. (Rabbi ona) Dedi ki; “Beni sen asla göremezsin velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Musa dabaygın olarak yere kapandı (yığıldı). Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm (tövbe ettim) ve ben inananların ilkiyim.” dedi.


Müminlerin namazda yere kapanmaları ise; geçmişte, bağlılığın ve teslimiyetin belli edilişinin (dışa vurulmasının) yere kapanmak suretiyle yapılması sebebiyledir. Yani müminler geçmişten gelen örfe göre, Rabbimizin, A’raf/ 55’teki “Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin.” emrini yerine getirmek ve Allah’a teslimiyetlerini göstermek için yere kapanmaktadırlar.

Secde sözcüğünün gerçek anlamı bu şekilde açıklığa kavuştuktan sonra Kur’an’daki “secde” sözcüklerinin doğru anlaşılması daha da kolay olmaktadır.

Meselâ, aşağıdaki ayetlerdeki “secde” sözcükleri hep; “bilinçli olarak bir başkasına -güçlü olması sebebiyle- teslim olunması, boyun eğilmesi” anlamdadır:


Yusuf; 4:

Hani bir zaman Yusuf, babasına; “Babacığım, şüphesiz ben on bir yıldız Güneş ve Ay’ı gördüm. Onları bana secde ederken (boyun eğerken) gördüm.” demişti.


Yusuf; 100:

Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi ona teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yusuf): “ Babacığım işte bu durum, o gördüğümün tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye lütuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır.


Burada Yusuf’un kardeşleriyle babasının ona secde etmeleri; ona teslim olmaları, yaşam düzenlerini onun kontrolüne verip onun otoritesi dışına çıkmamaları anlamına gelmektedir.


A’râf; 161:

Ve bir zaman onlara; “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve “Hitta! (Günahlarımızı bağışla!)” deyin ve secde ederek (teslim olmuş olarak) kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız.” denilmişti.


Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, o şehrin otoritesine teslim olmak anlamındadır. Aynı konu Bakara; 58 ve Nisa; 154’de de konu edilmiştir.

Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’an’da bir de teshirî, yani ister istemez yapılan secde vardır ki bu secde, insanın dışındaki varlıkların yaratılışları, kaderleri gereği ister istemez yaptıkları teslimiyet ve boyun eğmedir:


Ra’d; 15:

Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister istemez de sabah akşam yalnızca Allah’a secde ederler.


Nahl; 49:

Göklerde ve yerde olan dabbehden / canlılardan ne varsa ve melekler Allah’a secde ederler (boyun eğerler, teslimiyet gösterirler) ve onlar büyüklük taslamazlar.


Hacc; 18:

Göklerde ve yerde olanların, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, tüm kıpırdayan canlılar / hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde ettiklerini (boyun eğdiklerini, teslimiyet gösterdiklerini) görmüyor musun?


Dolayısıyla, 125. ayetteki “secde edenler” ifadesi; Beytullah’ta tevhidî eğitim gören, İKNA olan, TESLİM olan ÖĞRENCİ gurubudur. Bu öğrenci gurubunun Müslüman olması şart değildir. Hacc, tüm insanlığın eğitimine, eğitimine açık bir uluslarası (her inançtan, her toplumdan insanların katılacağı) organizasyondur. Hacc ile ilgili ayetlerde (Âl-i Imran; 96, 97, Maide; 97, Hacc; 26-29) “… Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. …”, “Allah, Ka’be’yi; o Beyt-i haram’ı, haram ayı, heydi (hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı) ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı…” ve “ …kendilerine ait bir takım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş (yorgun düşmüş) binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler….” ifadeleri yer alır. O nedenle aslında oraya Müslüman olmayanlardan; Yahudi, Hıristiyan, ateist, dinsiz kimselerden de davet edilmelidir. Ve onlar orada ikna edilmeye çalışılmalıdır.

Burada insanların zihnine yanlış olarak yerleştirilmiş olan, Müslüman olmayanların Harem-i şerif’ sokulmaması gereği fetvası akla geliyor. Maalesef bu da kasıtlı olarak uydurulmuş, ayetin anlamının çarpıtıldığı bir konudur. Konuya malzeme yapılan şu ayettir:

Tevbe; 28:


Ey iman eden kimseler! Ortak koşan bu kimseler sadece bir pisliktirler. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan/onların uzaklaşmasıyla kazanç kaybına uğramaktan korktuysanız da Allah sizi dilediğinde armağanlar ile yakında zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah en iyi bilen, en iyi yasa koyandır.


Bu ayet, Rasülüllah’ın katıldığı Hacc-ı Ekber’in kapanış beyannamesidir. Bu haccda yapılan bir ültümatomdur. Burada konu edilen “müşrikler” Rasülüllah ile yaptıkları sözleşmeleri, barış antlaşmalarını bozup, Müslümanları sinsice ve arkadan vurmak isteyen eden kimselerdir. Pislik olan da bir daha Mescid-i Haram’a sokulmayacak olan da bunlar olup başka yerde yaşayan müşrik, Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, ateist değildir. Hele hele o günlerden seneler, asırlar sonra dünyaya gelmiş Müslüman olmayanlar hiç değildir. Ayetin yer aldığı pasajı iyi anlamak gerekmektedir. Pasajda bu konu gayet açıktır.


Ka’be’nin temiz tutulması ne demektir:


Yukarıdaki Bakara/125. ayette konu edilen temizlik; fizikî temizlik, yani Ka’be’nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması, bahçesinin bakımı demek olmayıp, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, orada Allah'tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü orada, başka birine ibadet veya yardım için başka bir ismin anılması evi kirletir. Mescitlerin ve dolayısıyla Ka’be’nin bu niteliği Tevbe suresinde net olarak açıklanmıştır:


Tevbe; 107-110:

107– Ve şu, zarar vermek, kâfirlik etmek, müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisinekarşı savaş açmış olanlara gözcülük etmek için mescit yapan kimseler; “biz en güzelden başka bir şey istemedik” diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki, şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır.

108– Sen orada ebediyen dikilme (görev yapma)! İlk gününde takva üzerine kurulan mescit, elbette içinde dikilmene (görev yapmana) daha lâyıktır. Onun içinde arınmayı seven olgun kişiler vardır. Allah da arınıcıları sever.

109– Peki, temelini Allah’tan takva ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, zalimler toplumuna kılavuz olmaz.

110- Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalacaktır, kaybolmayacaktır.



Ka’be, insanlık için açılmış ilk “okul”dur.


Ka’be’nin müminler için kıble olma işlevinin tahlili aşağıda yapıldığında da görüleceği gibi Ka’be, insanlık için açılmış ilk “okul”dur. Oranın ilk öğretmenleri de İbrahim ve İsmail peygamberlerdir. Bu öğretmenler orada insanlığa tevhidi, şirke karşı direnmeyi, onurlu yaşamayı öğretmişlerdir. Allah’ın “Evim” dediği bu okul, özerk olup burada kimsenin sultası yoktur. Bu demektir ki tüm öğretim kurumları da bu nitelikte olmalı ve yaşatılmalıdır.

Ka’be’nin, Allah’ın ilkelerinin öğretildiği bir okul olduğu, İbrahim peygamberin Bakara/ 126-129. ayetlerdeki yakarışında açıkça ifade edilmiştir:

“Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını, onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızklandır. Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta Kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için İslâmlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin için İslâmlaştıran bir ümmet kıl (getir). Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tövbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tövbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta Kendisisin. Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, Aziyz’in Hakiym’in ta kendisisin.”

İbrahim peygamberin buradaki niyazı İbrahim suresinde de görülmektedir:


İbrahim; 35-41:


35- 41- Ve hani bir zaman İbrahim: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikame etmeleri için, senin dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. -Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.- İhtiyarlık halimde bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikame eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve müminler için mağfirette bulun!" demişti.



İbrahim peygamberin yukarıdaki duası kabul görmüş olmalı ki Rabbimiz, onun soyundan birçok peygamber göndermiştir. Son peygamber Muhammed As’da bilindiği gibi İbrahim soyundandır.


Haccın unsurları


İlgili ayetler - 1: Bakara; 196-203

196- Ve Hacc ve umreyi Allah için tamamlayın. Buna rağmen, eğer alıkonulursanız, o zaman hediyeden kolayınıza gelen şey! Bununla beraber bu hediye, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden hasta olana veya başından ona (tıraşa) bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka yahut da ibadetten bir fidye! Artık emin olduğunuz zaman da her kim umrede hacca kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün haccda, yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu (hüküm), ailesi Mescid-i Haram’da hazır olmayanlar içindir. Allah'a takvalı davranın ve şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu bilin.

197- Hac, bilinen aylardır. Artık her kim o aylarda haccı başlayıp kendisine farz ederse; artık haccda refes (kadına yaklaşmak, çirkin söz söylemek), günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz de, Allah onu bilir. Ve azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı takvadır. Ve ey düşünme yeteneği olanlar! Bana takvalı davranın!

198- Rabbinizden bir lütuf istemenizde hiçbir sakınca yoktur. Artık Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da hemen Allah’ı anın. Ve O’nu, O’nun size gösterdiği gibi anın. Ve siz bundan önce gerçekten sapıklardan idiniz.

200, 203, 199- Sonra da ibadetlerinizi (görevlerinizi) gerçekleştirdiğinizde, tıpkı babalarınızı andığınız gibi hatta daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. Ve Allah’ı sayılı günlerde anın. Artık kim iki gün içinde acele ederse ona günah yoktur. Kim de ertelerse ona da günah yoktur. Bu, takvalı davranan kimseler içindir. Allah'a takvalı davranın ve şüphesiz kendinizin O’na toplanacağınızı bilin. Sonra da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah'tan bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. İşte insanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Onun için de ahirette bir nasip yoktur.

201- Yine onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve ahirette de bir güzellik-iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır.

202- İşte onlar, kendileri için kazandıklarından bir nasip olanlardır. Ve Allah, hesabı çok çabuk görendir.


Bu ayetlerde haccın, kıble rüknünden sonraki unsurları açıklanmaktadır. 203. ayet, 200. ayetteki Allah’ın zikri konusunun açılımı olduğu için, 203. ayet ile 200. ayetin meali bir bütün olarak, tek paragraf halinde verilmiştir.

Bu ayetlerde haccın ikinci aşaması anlatılmaktadır. Ayetlerden anlaşılacağı üzere hacc ve umre görevi sadece Mescid-i haramda yapılıp bitirilmemektedir. Bu ibadetin bir de ordugâh safhası söz konusudur. Rabbimizin “Ve Hacc ve umreyi Allah için tamamlayın” ifadesi, ikinci aşamanın da yapılmasını emretmektedir.


Umre


Umre, sözcüğü herkesin bildiği “ömür; hayat” sözcüğünün türevlerindendir. Ki bu sözcüğün imar, mimar, tamir, tamirat gibi birçok türevi Türkçeye de geçmiştir. Bu sözcük kalıbı itibariyle “bir kere; kısa süreli ömürlenmek” anlamındadır. İsimleştiği zaman da; “bir kere; kısa süreli ömürlenme” anlamına gelir. Bu isim hali Kur’an’da Bakara/ 196’da iki kez yer almıştır.

Umre sözcüğünü “Ka’be”, “beytüllah”, “hacc” kavramlarıyla tamlama yaptığımızda, “Ka’be’den (Yüksek İlahiyat Okulundan) kısa süreli yararlanma” demek olur ki, bu da bir bakıma bir nevi, kurs, konferans, kongre, sempozyum niteliğindeki bir etkinlikle kısa süreli yararlanma, inanç ve amel açısından tekrar gözden geçirilme demektir.

Mealini aşağıda verdiğimiz Bakara/ 158 ayetinin orijinalindeki -bizim “Umre yaptırılırsa” diye çevirdiğimiz- “ أو اعتمرEv i’tamera” sözcüğü kalıp olarak mutavaat (uyum) anlamı içermektedir. Burada konu edilen hacc kastıyla değil de bilvesile; biri tarafından “kısa süreli ömürlendirilirse” demektir ki bu da, hacc yapanların, yardımcıları, hizmetçileri veya davet ettiği misafirleri gibi kişileri kapsamaktadır.



Hacc, bilinen aylarda yapılacaktır.


Bilinen aylar

Geleneksel açıklamalarda, ayetteki “bilinen aylar” ifadesi hakkında; “Şevval, Zülkade ve Zülhicce” aylarıdır, “Şevval, Zülkade ve Zülhicce'nin ilk on günüdür.” tarzında farklı anlayışlar ortaya konmuştur. Bu anlayışlar, bir bakıma Kur’an inmeden önceki anlayışın devamıdır. Uzun yıllardan beri de hacc, maalesef sadece “zilhicce” ayında uygulanmaktadır.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da; Rabbimizin, Bakara/ 197. ayetten açık olarak anlaşıldığı gibi, hacc için ayları kapsayan bir süreç öngörmüş olmasına karşılık, Umre için herhangi bir süreden söz etmemiş olmasıdır.


Bizim tahlilimiz

Ayette Rabbimiz “Hacc, bilinen aylardır” buyurarak; haccın ne zaman, hangi aylarda yapılması lazım geldiğinin belirlenmesini ve bunun İslam alemine duyurulmasını, Müslümanların da bilinen ve bildirilen bu aylarda, tertip tertip askere gider gibi hacca gitmesini istemektedir. Ayette kullanılan “eşhür” sözcüğü çoğul olduğundan haccdaki bir dönem (tertip; eğitim süreci), en az üç ay olmalıdır. Ayetteki “eşhürün malumat” ifadesi nekre bir ifadedir. İslam öncesi kabul tasvip görseydi bu ifade nekre gelmeyip marife gelirdi. Bu demektir ki, Müslümanlar bir “Hacc organize komitesi veya Hacc emiri” oluşturacaklar, bu kurum Hacc dönemlerini belirleyerek ilan edip herkese bildirecek, herkes de ilan edilen dönemlerde gidip Komite’ye veya Emir’e teslim olacaktır. Hacc, 26-29’da altını çizip büyük harfle yazdığımız “SANA GELSİNLER!” ifadesi dikkatlerden kaçmamalıdır. Orada kesinlikle başıboş, plansız, programsız dolanılmayacak, komite tarafından belirlenen, planlanan eğitim ve öğretim programı uygulanacaktır.


Hacc; 26-29:

26-29- Ve hani Biz, bir zamanlar, “Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada kıyam edenler (zulme baş kaldıranlar), rükû edenler, secde edenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait bir takım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş (yorgun düşmüş) binekler üstünde her derin vadiyi aşarakSANA GELSİNLER! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/ özgür evde (Ka’be’de) dolaşsınlar.” diye, o evin (Ka’be’nin) yerini, İbrahim için hazırlamıştık. -Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun-


Bakara/ 196. ayetin ikinci kısmında (ayetin ilk ve son cümleleri arasında) detaylı olarak verilen; “Buna rağmen, eğer alıkonursanız, o zaman hediyeden kolayınıza gelen şey! Bununla beraber bu hediye, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden hasta olana veya başından ona (tıraşa) bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka yahut da ibadetten bir fidye! Artık emin olduğunuz zaman da her kim umrede hacca kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu (hüküm), ailesi Mescid-i Haram’da hazır olmayanlar içindir.” ifadeleri ile, haccın ikinci aşamasını gerçekleştiremeyecek olanların ne yapması gerektiği açıklanmıştır. Bu ifadelere göre onlar, yani haccın ikinci aşamasına katılmayanlardan ailesi Mescid-i haram’da bulunmayanlar, yani taşradan gelenler; kendileri oraya gidemeseler de, haccın ikinci kısmına Hedy yollamak ve sivilleşmemek durumundadırlar. Hedy yollamak zorunda olan bir diğer kesim de, haccın ilk aşaması sırasında Mekke’de iken kazanç sağlamış olanlardır.



Hedy


Hedy, “hacc yapanların yiyeceğini karşılamak için Ka’be’ye sevk edilen (hediye olarak gönderilen) canlı hayvan” demektir. Genelde deve ve sığır cinsinden büyükbaş hayvanı içerir. Hedy konusunun ayrıntıları, Hacc suresinde yer almaktadır:


Hacc; 30-38:

30, 31- İşte böyle! Ve kim Allah’ın dokunulmaz kıldıklarına saygı gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirile gelenden başka bütün hayvanlar size helal kılınmıştır. O halde Allah’a yönelmişler olarak, O’na şirk koşanlar olmayarak o putlardan olan kirlilikten kaçının, yalan sözden de kaçının. Bilin ki, Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgarın kendisini ıssız bir yere sürüklediği şey gibidir.

32– İşte böyle! Her kim Allah'ın varlığına işaret olan şeylere saygı gösterirse, şüphesiz bu (saygı gösterme), kalplerin takvasındandır.

33- Sizin için onlarda belli bir süreye kadar bir takım faydalar vardır. Sonra, bunların varış yeri; Beyt-i atik’edir (eski eve, özgür eve; Ka’be’yedir).

34, 35– Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların behiminden rızk olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mensek (ibadet yeri/ibadet biçimi) kıldık. İşte, sizin ilahınız, bir tek ilahtır. Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit onların kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikame eden ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden o, Allah'a içtenlikle boyun eğenlere müjdele.

36– Büyükbaş hayvanları da; Biz onları sizin için Allah'ın varlığının işaretlerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. O nedenle ön ayaklarının biri bağlı halde keserken/ saf halindelerken üzerlerine Allah’ın adını anın. Sonra yanları yere yaslandığı vakit de onlardan yiyin, ihtiyacını gizleyene ve isteyene de yedirin. Böylece Biz onları şükredesiniz diye size boyun eğdirdik.

37- Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizden takva ulaşır. Size kılavuzluk ettiği üzere Allah’ı büyükleyesiniz diye onları size boyun eğdirdi. Ve Muhsinleri (iyilik-güzellik üretenleri) müjdele.

38- Şüphesiz Allah, inanan kimseleri savunur. Şüphesiz Allah, aşırı hain ve son derece nankörlerin tümünü sevmez.


Saçları tıraş etmeme


Hem Bakara/ 196. ayetinin ifadelerinden, hem de Maide suresinin aşağıdaki ayetlerinden anlaşıldığına göre; hacc yapan kimse, başını tıraş etmeyecek, refesten (kötü, çirkin söz, cinsel ilişki), küçük suç-büyük suç işlemek, kavga-düşmanlık gibi davranışlardan uzak duracak ve de avlanmayacaktır.


Maide; 1, 2:

1 - Ey iman etmiş kimseler! Sözleşmeleri yerine getirin. Siz dokunulmaz (hacc görevi sürdürür) iken avlanmayı helal görmeksizin, size okunacaklar hariç, çeşitli hayvanlar size helal kılındı. Şüphesiz Allah dilediğini hükmeder (dilediği yasayı koyar).

“2 - Ey iman edenler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, hediylere, gerdanlıklarına ve Rablerinden lutuf ve rıza bekleyerek Beyt-ül haramı (Ka’be’yi) kastedenlere sakın saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında (Hacc göreviniz bitince) da avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı çok çetin olandır.


Maide; 95, 96:

95- Ey iman etmiş kimseler! Siz dokunulmaz iken (hacc görevini sürdürürken) av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka’be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona cezadır. -Buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder.- yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır (yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar). Ve Allah, Aziyz’dir, intikam sahibidir.

96– Kara avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helal kılındı. Kara avı ise, siz dokunulmaz (hacc görevi sürdürür) olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah'a takvalı davranın.


İşte bu hükümler literatüre “ihram (yasaklama)” adıyla girmiştir. Ama “ihram” aynı zamanda şekilsel olarak da bir anlam kazanmış, dikişsiz, kefen benzeri bir giysinin de adı olmuştur. Bunun sebebi; hacca niyet etmiş, gelip hacc emirine teslim olmuş, İbrahimî eğitim alan kişilerin; iş, mevki, sosyal sınıf, ırk, cinsiyet, mal, mülk, çoluk çocuk gibi varlıklarını, kısaca bundan önceki hayatlarını geride bırakıp İbrahim peygamberin “Ben Rabbime gidiyorum” dediği gibi, dünyada iken ölümü göze alıp sanki mezara girer gibi buraya gelen kişiler olmaları gerektiğinden ve bu gerekliliği sembolize ettiği düşüncesi ile hacc süresince kefenvari bir giysi giymelerinden dolayıdır.

Ancak, böyle bir giysi Allah tarafından emredilmiş veya önerilmiş değildir. Bu, kulun samimiyetinden doğan duygusal bir davranıştır. Dolayısıyla, Hacc görevi yapanların belirli bir üniforma veya karma giysi giymelerinde bir sakınca yoktur.

Diğer taraftan, kişilerin tıraş olmaları, kendilerine değer vermelerinin bir simgesidir. Oysa, hacc süresince kimliklerin arka plana atılması ve sadece Allah’a kulluk ve hizmet düşünülmesi gerekmektedir. Bu sebeple de kişiler bu süreçte kişisel değerlerini ön plana çıkaramazlar.

Konumuz ihram ayetleri dikkate alındığında kesin hükümler ve ihtiyat hareketleri ile şu ilkeler söz konusu edilebilir:

“Eski kişiliğin hatırlanmaması için; koku sürmeme; makyaj yapmama; süslenmeme; krem kullanmama; lüks, değerli, kişiye gurur veren giysiler giymeme; saç sakal kesmeme; kimseye emir vermeme; hayvanları ve böcekleri bile öldürmeme ve incitmeme; kan akıtmama; bitkileri koparmama; kırmama; doğaya zarar vermeme; avlanmama; silah taşımama; evlenmeme; cinsel ilişkide bulunmama; iffetsiz, tartışmacı, kavgacı olmama.”


Bakara/ 197-203. ayetlerden oluşan paragrafta ise haccın zamanı ve ikinci aşamasının uygulanması; geniş alanlarda eğitim öğretim gurupları oluşturulması, sonradan da belirlenmiş günlerde el Meşari’l Haram’da Allah’ın zikrinin gerçekleştirilmesi söz konusu edilmektedir.


Arafat ve el Meş’aril Haram (müzdelife)


Rabbimiz Bakara/ 198. ayette; hacc görevini yerine getiren müminlere “Artık Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da hemen Allah’ı anın” buyurmaktadır. Bu emri uygulayabilmek için de, “Arafat” ile “Meş’ar-i Haram” ifadelerini iyi anlamak gerekmektedir.


Arafat

Arafat sözcüğü “bilgi, irfan” anlamındaki “arf” sözcüğünün türevlerindendir. Ve kesin olarak Arapçadır. Ne var ki lügat kitaplarında bu sözcüğün tekil-çoğul, çekimli- çekimsiz, nekre-marife, özel isim-cins isim olup olmadığı tartışılmıştır. Bilindiği gibi “Arafat”, Mekke civarında bir bölgenin adı olarak meşhurlaşmıştır.

Arafat sözcüğünün temel harfleri olan “arft” alındığında, bu sözcüğün “arf” kökünden mastar bina-i merre”, mastari nev’i”nin çoğulu ve “ismi failin cemi mükzekker müennesinin çoğulunun çoğulu” olduğu söylenebilir. Ne var ki ilk ikisinde “arft” sözcüklerin, “arfât” ve “Irfât” diye okunması gerekmektedir. Eldeki ilk Mushaflardaki harfler harekesiz olmasına rağmen bu sözcüğü “IRFAT” diye okuyan olmamıştır. Bu konuda hiçbir bilgi mevcut değildir. Geriye bu sözcüğün “ismifailin mükesser çoğulunun, çoğulun çoğulu olması kalmaktadır. Sözcüğün bu kalıptan olduğunu var sayarsak sözcüğün anlamı; “çok çok arifler; bilginler, anlayışlılar” demek olur ki bu anlam da, hacc süresinde öğretmenlik ve öğrencilik yapan kimseleri ifade eder.

Bir de Arapların sözcük kalıplarını çoğullaştırma kuralları vardır. Örneğin Kur’an’da yer alan kesik harf grubu “ha mim” ifadesi Kur’an’da ikiden fazla yer aldığı için bu sözcükler, “Havamim (ha mimler)” diye çoğullaştırılır. Yine Kur’an’daki “ta sin” kesik harfleri de “Tavasin (ta sinler)’’ diye çoğullaştırılır. Bu bilgileri vermemizin nedeni “Arafat” sözcüğünün böyle bir “kalıp sözcük” olduğu ihtimalindendir.

Lügat kitaplarında “Arafat” sözcüğü ile ilgili şu bilgiler verilmiştir :

Denildi ki, Adem ile Havva cennetten indirildikten sonra burada buluşup tanıştılar” (!) onun için buraya “Arafat” denilmiştir.

Hacılar burada toplanıp birbirleriyle burada tanıştıkları (!) için buraya “Arafat” denilmiştir.

Cebrail, İbrahim peygamberi eğitirken ona sürekli olarak “ Ea’rafte (tanıdın mı, öğrendin mi?) diye sormuş, o da “Araftü (öğrendim, tanıdım)” demiş (!) onun için buraya “Arafat (Arafe fiilleri kastedilerek (ARAFEler)” denmiştir. (Lisan; c. 6, s. 195-201 arf mad. Tac; 7/ s. 374-384 arf mad)


Biz açıklamaların içeriğine katılmamakla birlikte sözcüğün “Arafeler (“Bildin mi”ler, “bildim”ler) şeklinde “fiillerin lafızlarının çoğullaştırılması noktasını benimsiyoruz ve bunu tercih ediyoruz. Bu ifade de öğretmen-öğrenci ilişkisini yansıtmaktadır.

Dolayısıyla burada konu edilen de, mecazı mürsel sanatıyla “Öğretmen ve öğrencilerin bulundukları yerler; eğitim öğretim merkezleri”dir.

Ancak, sözcük Kur’an’da çekimli ve nekre olarak kullanıldığından bu yerler eskiden belirlenmiş bir yerleri değil, hacc döneminde, Mekke civarında sabit veya seyyar olarak oluşturulan ve oluşturulacak olan tüm eğitim-öğretim merkezlerini kapsar.


Meş’ar-i Haram

Ayetteki “Meş’ar-i Haram” ifadesi “el Meşar’il Harami” diye marife (belirtili) olarak gelmiştir, sanki özel isim hükmündedir. Anlamı, “dokunulmaz, bilgilenilen-bilinçlenilen yer” demektir. Burası, Arafat bölgesi ile Mina bölgesi arasındaki bölgenin adıdır (bazıları bir bölümünün adı olabilir demişlerdir). Bu gün bu yöre, aslı astarı olmayan, Adem ile Havanın birbirine yaklaştığı yer kabul edilip, buna izafeten “yaklaştırılan yer” anlamında “Müzdelife” adıyla ünlenmiştir.

Artık anlaşılmıştır ki Rabbimizin “Artık Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da hemen Allah’ı anın” emrinin gereği; Mekke civarında oluşturulmuş olan okullardaki müminlerin, belirlenmiş sayılı günlerde akın akın MEŞ’AR-İ HARAM’a gelmeleri ve orada topluca “Allah Anma” merasimi yapmalarıdır.


Allah’ın zikri


Meşar-i Haram’da yapılacak şey, eğitim ve öğretim, İbrahimleşme değildir. Sadece “Allah’ı anma”dır. Bu konuya dair geniş bir tahlilimiz “Zikir, Zikrullah” başlığı ile, Tebyin’ül Kur’an adlı eserimizde, A’raf suresinin sonunda bulunmaktadır. Detayın oradan okunmasını önerirken, oradaki yazımızın netice bölümünü burada yeterli görüyoruz:

“Zikrullah = Allah'ın anılması”, halk arasında uygulandığı şekliyle elde tespih, dil ile "Allah, Allah …" demek değildir. “Zikrullah = Allah'ın anılması”; Allah'ın, biz kulları üzerindeki haklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi ikide bir kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip (karşılık ödeyip) nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.


Sayılı günler


Rabbimiz Bakara/ 203. ayette “Ve Allah’ı sayılı günlerde anın.” diye buyurmaktadır. Rabbimizin burada konu ettiği “sayılı günler” ifadesi hem çoğul hem de nekredir (belirtisizdir). Dolayısıyla, bu günlerin hangi günler olacağı, yine Hacc Organize Komitesi tarafından, Hacc Emiri’i tarafından belirlenecektir.


Dağılma


Bakara/ 199 ayetteki “Sonra da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah'tan bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir” ifadeleri, artık hacc görevinin bittiğini ve herkesin memleketine dönüp, işine gücüne bakmasını, memleketindeki görevlerini yerine getirmesini bildirmektedir.


Ancak, kişilerin görevi burada bitmekle beraber, Hacc Organize Komitesi’nin, Hacc Emiri’nin görevi bitmemiştir. Çünkü son görev, tıpkı peygamberimiz döneminde olduğu gibi, bir sonuç bildirgesi yayınlanmasıdır:


Bara’e (ültimatom); sonuç bildirgesi


Bilindiği üzere Rasülüllah, hicri 10. yılda bizzat kendisinin de katılımı ile hacc yapmış ve onun katılması sebebiyle bu hacca “Hacc-ı ekber (En büyük hacc)” adı verilmiştir. Nakillere göre bu hacca, sayıları yüz on dört bin civarında Müslüman katılmıştır. Bu hacc’ın sonuç bildirgesini ise bizzat Rabbimiz, Tevbe suresinin ilk yirmi dokuz ayetini indirerek yapmıştır:


Tevbe; 1-29:

1, 2- Allah'tan ve Elçisinden ahitleştiğiniz müşriklere bir ültümatom: “Artık yer yüzünde dört ay daha rahat dolaşın. Ve kesinlikle kendinizin, Allah’ı aciz bırakan olmadığını ve kesinlikle, Allah’ın, kafirleri rezil-rüsvay eden olduğunu bilin.”

3, 4 – Ve “en büyük hac” günü, Müşriklerden ahitleştiğiniz, size hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiçbir kimseyle yardımlaşmamış kimseler hariç, şüphesiz Allah’ın ve O’nun elçisinin müşriklerden berî (ilişiksiz) olduğuna dair Allah’tan ve Elçi’sinden insanlara bir bildiri: “Artık eğer tevbe ederseniz, bu, sizin için hayırlıdır. Ve eğer sırt çevirirseniz o zaman şüphesiz kendinizin, Allah'ı acizleştiren olmadığını biliniz.” Şu küfretmiş kişilere de acıklı bir azabı müjdele! Artık siz de müddetlerine kadar ahitlerini tamamlayın. Şüphesiz Allah, takvalı davrananları sever.

5 - Şu haram aylar çıktığı zaman da o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salatı ikame ederlerse ve zekatı verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, Gafur’dur, Rahıym’dir.

6 - Eğer müşriklerden herhangi biri aman dilerse, Allah'ın kelâmını dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güvenli yerine ulaştır. Bu, şüphesiz onların bilmeyen bir toplum olmaları nedeniyledir.

7 - Mescid-i Haram yanında ahitleştikleriniz hariç, o müşrikler için Allah katında ve Elçisi katında herhangi bir ahd nasıl olabilir? Artık onlar size karşı, doğru durdukça siz de onlara karşı doğru olun. Şüphesiz Allah, takvalı davrananları sever.

8- 10 - Nasıl olabilir ki? Ve eğer onlar, size üstünlük sağlarlarsa, sizin hakkınızda bir yemin ve antlaşma gözetmezler. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışırlar, kalpleri ise dayatır. Ve onların çoğu fasıktırlar: Onlar, Allah’ın ayetlerini çok az bir bedelle sattılar da O’nun (Allah’ın) yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yapmış oldukları kötü olanlardır. Onlar, herhangi bir mümin hakkında yemin ve antlaşma gözetmezler. Ve işte bunlar, haddi aşanların ta kendileridir.

11 – Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salatı ikame ederlerse ve zekatı verirlerse, artık onlar, dinde kardeşlerinizdirler. Ve Biz, âyetleri, bilen bir toplum için detaylandırıyoruz.

12 – Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o küfür öncüleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar için yeminler diye bir şey yoktur.

13 - Yeminlerini bozan, Elçi’yi yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik ilk önce, size, kendileri başlayan bir toplumla savaşmaz mısınız? Yoksa onlara haşyet mi duyuyorsunuz? Artık, eğer mümin iseniz, Allah, Kendisine haşyet duymaya daha layık olandır.

14, 15 - Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve onları rezil-rüsvay etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mümin bir toplumun göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini de kabul eder. Ve Allah, Aliym’dir, Hakiym’dir.

16- Sizden çaba harcayanları, Allah’ın, Elçi’sinden ve inananların astlarından sırdaş (can dostu) edinmeyenleri Allah bilmeden (ortaya çıkarmadan) bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır.

17 – Müşrikler, kendi inkârlarına kendileri şahit olup dururlarken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar, işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar Ateş içinde sürekli kalacaklardır.

18 - Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, salatı ikame edeni kılan, zekatı veren ve sadece Allah'a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidayet üzere olanlardan olmaları umulur.

19 - Siz hacc yapanın sulanmasını ve Mescid-i Haram'ı imar etmeyi, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi kılıyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit olamazlar. Ve Allah, zalimler toplumuna hidayet etmez.

20 - İman eden, hicret eden ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte bunlar, kurtulanların ta kendileridir.

21, 22 – Onların Rabb’i, onları kendi katından bir rahmet, bir rıza ve içinde ebedi olarak kalmak üzere, içinde tükenmez nimetler bulunan kendilerine ait cennetlerle müjdeler. Şüphesiz Allah, katında çok büyük mükafat olandır.

23 - Ey iman etmiş kimseler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürü seviyorlarsa, onları veliler edinmeyiniz. Sizden her kim de onları velileştirirse artık işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

24 - De ki; eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (akrabalarınız, kabileniz), elde ettiğiniz mallar, kesâda uğramasından ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, O’nun elçisinden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah fasıklar kavmine doğru yolu göstermez.

25 – Hiç kuşkusuz, Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım etti. Hani çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir faydası olmamış ve yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da arkası dönenler halinde kaçmıştınız.

26 - Sonra Allah, elçisinin üzerine ve müminlerin üzerine huzurunu indirdi ve sizin görmediğiniz ordular indirdi. Küfreden kimseleri de azaba uğrattı. Ve işte bu, o kâfirlerin cezasıdır.

27 – Sonra, bunun (bütün bu olup bitenlerin) arkasından Allah, dilediği kimseye dönüş nasib eder. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

28 - Ey iman eden kimseler! Müşrikler sadece bir pisliktirler. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korktuysanız da Allah sizi dilediğinde lütuf ile yakında zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah en iyi bilen, en iyi yasa koyandır.

29 - Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Elçi’sinin haram kıldığını haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyen kimseler ile, alçalmış oldukları halde, elden, cizye verene kadar savaşın.



Dolayısıyla, Rabbimizin bu bildirgesi örnek alınmalı ve her hacc döneminin sonunda, o döneme mahsus, o dönemin önceliklerini esas alan bir sonuç bildirgesi yayınlanmalıdır. Böyle bir bara’e (ültimatom), yani bildirge o dönemin Hacc Emiri tarafından hazırlanmalı ve önce görevlerini tamamlayan hacılara sonra da tüm insanlığa Hacc Organize Komitesi tarafından ilan edilmelidir.




Veda hutbesi


Nakillerde, hicri 10. yılda yapılan hacca ait Rasülüllah’ın bir hitabesi yer almaktadır. Rasülüllah’ın son hacc hitabesi olması nedeniyle “Veda Hutbesi” adı verilmiş olan bu hutbenin metni hem sünen ve rivayet kitaplarında mevcuttur, hem de levhalaştırılıp duvarlara asılmıştır. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat’ta, Mina’da ve bir gün sonra yine Mina’da olmak üzere müteaddit günlerde parça parça irad edilmiştir (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396) . Fakat bu hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farklı şekillerde rivayet edilmiş; hutbenin tamamının bir araya toplanmasında bu farklı rivayetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda tek bir hutbe olarak empoze edilmiştir.

Bu hutbenin meşhur olan metni şöyledir:


Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakin benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

Ey ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımızın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştı. İlk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rebîa'nin kan davasıdır.

Ey insanlar! Bugün şeytan sizin su topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.

Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile şerefini korumaları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnenmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü'minler, size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabı Kur’an’dır.

Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardı.:

Ey insanlar! CENAB-I HAK HER HAK SAHİBİNE HAKKINI VERMİŞTİR. VÂRİS İÇİN VASİYETE GEREK YOKTUR.Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenab-ı Hak bu insanların ne tevbelerini ne de şehadetlerini kabul eder."

Rasûlüllah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu: "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?" Ashab-ı Kiram cevap verdi:

"Allah'ın risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz." Rasûlullah şehadet parmağını semaya kaldırarak üç kez "Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi.


Görüldüğü gibi, bu hutbede Rasülüllah’a iftira atılmış, Allah’ın ayetlerine ters düşen ifadeler, Rasülüllah’ın ağzından bu hutbeye yerleştirilmiştir. Beşinci paragrafta, Kur’an’a ters olarak; cahiliye Araplarının kadın ve kadın haklarına yönelik ilkeleri geri getirilmiş, kadınlar bir emtia yerine konulmuş, erkeklere kadınlara ceza verme ve verdiği cezayı infaz etme yetkisi tanınmıştır.

Bu hutbe içerisinde yer alan “Ey müminler, size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabı Kur’an’dır” bölümü; dini yozlaştırmak ve dine Kur’an dışı kaynak yaratabilmek için, farklı rivayetlerde “Allah’ın kitabı Kur’an”, “Allah’ın kitabı Kuran ve benim sünnetim”, “Allah’ın kitabı ve ehlibeytim” gibi versiyonlarla yer almaktadır.

Ayrıca, bu hutbenin değişmez bir parçası olan, altını çizerek yazdığımız “CENAB-I HAK HER HAK SAHİBİNE HAKKINI VERMİŞTİR. VÂRİS İÇİN VASİYETE GEREK YOKTUR.” ifadesini Rasülüllah’ın söylemiş olup olamayacağını, her mümin, miras taksim ayetlerinde doğacak haksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik hükümleri içeren aşağıdaki ayetleri okuduktan sonra değerlendirmelidir:


Bakara; 180:

180– Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır (mal) bıraktıysa, müttekıler üzerine bir hak olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, maruf ile vasiyet etmek yazıldı (farz kılındı).


Bakara; 240:

240– Ve sizden eşler bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Artık onlar, çıkarlarsa, maruf ile kendilerinin yaptıklarında sizin için bir günah yoktur. Ve Allah Aziyz’dir Hakiym’dir.


Hacc görevini bitiren insanlara Rabbimizin bir uyarısı


Rabbimiz, hacc vazifesi ile insanların inanç ve yaşam tarzlarının değişeceğini, bu kişilerde İbrahimî bir gelişme olacağını bildirdikten sonra, 200. ayetin son cümlesi ile 201, 202. ayetlerde insanların iki tipine dikkat çekerek bu tiplere örnekler vermiştir. Bunlardan birincisi dünyacılar, ikincisi de hem bu dünya hem de öteki hayat için Allah’a yönelenlerdir. Bu ayetlerle Allah’ın, eğitimini bitiren insanlara yaptığı hatırlatma şudur: Sırf bu dünya için çalışanların yarınları boş kalacak, dünya ve ahireti talep edenler ise hem bu dünyada hem de öteki dünyada mutlu olacaklardır.

Rabbimiz ayrıca, bu ayet grubunda bize çok mükemmel bir dua örneği de lütfetmiş bulunmaktadır: “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve ahirette de bir güzellik- iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!”

Ayetteki “hasene (güzellik- iyilik)” sözcüğünün kapsamını; “sıhhat, emniyet, yeterli rızk, iyi evlat, iyi eş ve düşmanlara karşı güç” olarak değerlendirmek mümkündür.

Bu ayetler bize hacc ödevinin ne kadar önemli olduğunu ve Rabbimizin bu konu üzerinde ne kadar çok durduğunu göstermekte olup, bu hususu şu iki ayet ile daha da iyi anlamaktayız.


Bakara; 114:

114- Ve Allah’ın mescitlerini, içlerinde Allah’ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zalim kim olabilir!.. Böylelerinin, o mescitlere girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette de büyük bir azap vardır.


Hacc; 25:

25- Şüphesiz inkâr eden, Allah’ın yolundan, insanlar ( orada ibadete kapanan veya dışarıdan gelen fark etmez) için eşit kılınan Mescid-i Haram’dan (dokunulmazlığı olan mescitten) alıkoyan kimseler ve orada zulümle yanlış yola sapmak isteyen kimse; biz ona can yakıcı bir azaptan tattırırız.


İlgili ayetler - 2: Bakara; 158:

158- Şüphesiz Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerinden birkaçıdır. Onun için her kim Beyt’i kasteder Beyt’e gider veya Umre yaptırılırsa buralarda dolaşmasında kendisine bir sakınca yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah, karşılık verendir, en iyi bilendir.


Bu ayette, Allah evi yapılmış Ka’be’ye öğretmen veya öğrenci giden (Hacc eden), veya oraya bilgi edinmek amacıyla, zihinsel gözden geçirme amacıyla kısa süre giden ve götürülen kimselerin, Safa ve Merve tepelerinde dolaşmalarında sakınca olmadığı, olmayacağı, buraların da, Allah’ın diğer alâmetleri gibi birer alamet oldukları açıklanmaktadır.

Ayetin tahliline başlamadan önce, bu ayetin inişi ile ilgili klasik kaynaklarda yer alan sebebi takdirlerinize sunuyoruz.


1- Âyetin Anlaşılmasına ve Nuzül Sebebine Dair Rivayetler:


Buhârî'nin Asım b. Süleyman'dan rivayetine göre şöyle demiş: Enes b. Mâlik'e Safa ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz bunların (arasında tavaf etmenin) cahiliye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince onlardan uzak durduk. Yüce Allah da: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi.

Tirmizî'nin de rivayetine göre Urve şöyle demiş: Ben Aişe'ye şöyle dedim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen herhangi bir kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim ve ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum. Bana şöyle dedi: Kızkardeşimin oğlu, ne kadar kötü birsöz söyledin. Rasûlullah (s.a) da müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. Müşellel’deki tağût olan Menat için ihlal eden (hacc için telbiyede bulunan) kimseler Safa ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi. Eğer durum senin dediğin gibi olsaydı: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" denmesi gerekirdi. ez-Zührî der ki: Ben bunu Ebu Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris el-Hişam'a zikrettim ve bunu beğendi ve: Şüphesiz ki bu, bir ilimdir, dedi. Ben ilim ehlinden birtakım kimseleri şöyle derken dinledim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen Araplar şöyle derlerdi: Bizim bu iki taş arasında tavaf etmemiz bir cahiliye işidir. Ensar'dan olan başkaları ise şöyle dediler: Bizler, Beytullah'ı tavaf etmekle emrolunduk, Safa ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu indirdi. Ebu Bekr b. Abdurrahman der ki: Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerime hem bunlar, hem berikiler hakkında inmiştir. (Tirmizî) der ki: Bu hasen sahih bir hadistir."

Buhârî de bu manada bu hadisi rivayet etmiştir. Oradaki rivayette yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu indirdi; denildikten sonra şu ifade yer almaktadır:

Aişe dedi ki: "Rasûlullah (s.a) her ikisi arasında tavaf etmeyi bir sünnet olarak uyguladı. Herhangi bir kimsenin ikisi arasında tavaf etmeyi terketmesi yakışmaz." Sonra bunu Ebu Bekr b. Abdurrahman'a haber verdim de şöyle dedi: Şüphesiz ki bu bir ilimdir, daha önce bunu işitmemiştim. İlim ehlinden birtakım kimselerin -Aişe'nin zikrettiklerinden başka şunu sözkonusu ettiklerini dinledim: Menat için ihrama giren birtakım kimselerin hepsi Safa ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah Kur'ân-ı Kerim'de Beyt'in tavafını sözkonusu edip Safa ile Merve'den söz etmeyince şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, biz Safa ile Merve arasında tavaf ediyorduk. Allah da Beytullah'ın etrafında tavaf etme emrini indirdiği halde Safâ'dan söz etmedi. Safa ile Merve arasında tavaf etmemizin bizim için bir mahzuru var mıdır? Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini indirdi. Ebu Bekr der ki: Benim işittiğim şu ki bu âyet-i kerime her iki kesim hakkında nazil olmuştur: Cahiliyye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen kimseler ile daha sonra İslâm geldikten sonra yüce Allah Beyt'in tavafını emredip de Safa (ile Merve)yi sözkonusu etmediğinden dolayı Beyt'in tavafından sonra bilinen şekilde söz edinceye kadar ikisi arasında tavaf etmekten çekinen kimseler hakkında nazil olmuştur.

Tirmizî Asım b. Süleyman el-Ahvel'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Enes b. Malik'e Safa ile Merve hakkında soru sordum da şöyle dedi: Safa ile Merve cahiliyye döneminin şe'airinden (alâmetlerinden) idi. İslâm gelince ondan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder ve umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi. (Devamla) dedi ki: Bu ikisi arasında tavaf (yani sa'y) tatavvudur. (Nitekim yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:) "Gönül isteğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir." Bu hadisi Buhârî de rivayet etmiştir.

İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytanlar bütün gece boyunca Safa ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar da vardı. İslâm gelince Müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler; biz Safa ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşulan) varlıklardır. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

eş-Şa'bi der ki: Cahiliyye döneminde Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürlerdi. Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)


İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Safa ve Merve tepelerinin üzerinde birer put vardı. Cahiliyye Arapları onların etrafında tavaf ediyor, onlara ellerini yüzlerini sürüyorlardı. İslâm gelince, müslüman olanlar, bu iki put yüzünden onlar arasında tavaf etmekten hoşlanmadılar. Cenâb-ı Allah bunun üzerine bu ayeti indirdi." (Razi; el Mefatihu’l Gayb)


Sa'yin dinî bir hüküm kılınmasının hikmeti, meşhur olan şu hikâyedir: Hz. İsmail'in annesi Hâcer, hem kendisinin hem de oğlu İsmail'in susaması neticesi başı dara düştüğünde, Allah Teâlâ hem onun için hem de yavrusu için yerden su kaynatarak, Hacer'in yardımına koşmuş ve böylece mahlûkâtına, dünya yurdunda her ne kadar Allah dostları çeşitli belâlarla mübtelâ olsalar, kendisine yalvarıp yakaran kimseleri genişliğe çıkarmasının yakın olduğunu bildirmiştir. Çünkü O, kendisinden yardım isteyenlere yardım eder. O halde, Hz. Hâcer ile İsmail'in hallerine bir bak, Allah onlara nasıl yardım ve dualarını kabul etmiş, daha sonra da onların yaptıkları fiilleri bütün mükelleflere kıyamete kadar bir taat kılmış, Allah'ın, yolunda muhsin olanların (iyi kullarının) mükâfaatlarını zâyî etmeyeceği bilinsin diye, onların yollarını bütün mahlûkat için uyulacak bir yol kılmıştır. Bütün bunlar, Cenab-ı Allah'ın daha önce kullarını biraz korku, biraz açlık, biraz da mal, can ve ürünlerden noksanlaştırarak imtihan edeceğini, bütün bunlara sabredenlerin her iki dünyada mutluluğa ve saadete erişip en yüce maksadı elde edeceklerini haber vermesinden dolayı bir gerçektir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)


Anlatıldığına göre Safâ'ya bu adın veriliş sebebi seçilen Mustafa’nın üzerinde durmasıdır. Onun bu adından dolayı buraya da Safa denilmiştir. Hz. Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Bundan dolayı da bu tepenin adı müennes (dişil)dir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)


Kitap ehlinin iddia ettiğine göre bu İsaf ve Naile Ka'be'de zina etmişler, yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın diye Safa ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra Allah dışında bunlara ibadet edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)


Safa İle Merve'nin Mânâsı

Buna göre ve kelimeleri sanki aynı manadadırlar????. Müberred kendisine çamur gibi şeyler bulaşmamış veya toprak karışmamış her kayaya denir. Bu kelimenin kökü ise, "saf olmak" manasına gelen?”safa” fiilidir." demiştir. (Merve) kelimesine gelince, bunun hakkında Halil şöyle demiştir: "Pürüzsüz, bembeyaz, çok sert taşlara "Merve" denir." Başkaları da "O, küçük bir taş manasına gelir. Cem-i kıliet olarak şeklinde, Cem-i kesret olarak ise şeklinde cemilenir. Ebu Züeyb şöyle demiştir."Öyle ki hadiseler karşısında ben sanki hissiyat safası ile her gün dövülen beyaz kara parçası gibiyim. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)


Safa


“Safa”, büyük ve pürüzsüz, topraksız, düzgün kaya parçasına verilen addır. Çamur ve toprağın karışmadığı her kaya parçası için kullanılır. Fiil kalıbında kullanıldığında, “saf ve duru olmak” manasına gelir. Bu sözcüğün “safvan” kalıbı bakara 264’te yer almıştır:


Bakara; 264:

264- Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve son güne inanmadığı halde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isabet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidayet etmez.


Ancak, Bakara/ 158’deki “Safa”, özel isim olup, Mekke’de Ka’be’nin doğusunda bulunan bir tepenin adıdır, yani ayetteki “es Safa” özel isimdir.


Merve


“Merve” kelimesi de; “pürüzsüz, beyaz ve sert taş” demektir. Bu da “Safa” gibi özel isim olup Mekke’de Ka’be’nin civarında bir başka tepenin adıdır.


Şeâir


“ شعائرŞeair” sözcüğü, “bilmek, akletmek, idrak etmek’’ anlamındaki “ شعرşar” kökünün türevlerindendir. Şiir sözcüğü de buradan gelir. Şiire bu ismin verilmesi, her konuda bilgi kaynağı olmasındandır. Bu sözcüğün türevlerinden “şear”`; ağaç ve ağaçlık, sık orman, ağaçlı bahçe gibi, ağaç eksenli olarak kullanılır. Yine bu sözcüğün, iç çamaşırı, atın çulu, arpa, terazi dirhemi, develere işaret vurma gibi daha birçok anlamlarda kullanılan türevleri de vardır.

“ شعارŞiar”, “ شعيرةşeıyra”, (çoğulları; شعائرşeair) sözcüğü, “alamet (bilgi sağlayan; belirti)” demektir. Ki bu sözcük savaşta veya seferde askerlerin arkadaşlarını, bölüklerini, takımlarını bulmaları, kaybetmemeleri için koydukları herhangi bir belirtinin adıdır. (Lisanü’l Arab, c.5 , s. 125- 130, “ş a r” mad)

Şeair sözcüğü, Kur’an’da bu ayetin dışında Maide; 2, Hacc; 32, 36. ayetler olmak üzere üç yerde daha geçer. Hepsinde de “ شعائر اللّهŞearilillah (Allah’ın alâmetleri; Allah’ı tanımaya, bilmeye alâmet olan her şey” anlamındadır. Konu ettiğimiz ayetlerde de aynı anlamdadır.

Ama her ne hikmetse bu anlam, araya bir “itaat” sözcüğü eklenivermek suretiyle “Allah’a itaatin alâmetleri, nişaneleri, sembolleri” anlamıyla meşhurlaştırılmıştır. Halbuki ayetlerde “Allah’ın alametleri” diye geçmekte olup, Bakara/ 158’de de “ منmin” edatı getirilerek “Allah’ın ayetlerinden birkaçıdır” buyrulmuştur.

Safa ile Merve’nin Allah’ın alâmetlerinden oluşu, şu ayet delaletiyle daha iyi anlaşılmaktadır:


Fatır; 27, 28:

27- Görmedin mi gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde (renklerin değişik tonlarında). Ve kapkara topraklar/ yollar da var.

28- İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet ederler (derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar). Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.


Görülüyor ki, yeryüzündeki varlıkların farklılığı Mutlak bir iradenin, Mutlak bir gücün ve Mutlak bir yaratıcının varlığına kanıt olmaktadır. Eğer tüm varlıklar tekdüze; birbirinden farksız olsalardı, onlar mukayyet (kurala bağlı, sınırları belirli) bir iradenin, mukayyet bir kudretin eserleri olurlardı. Safa ve Merve de yapısal farklılığı ile Allah’ın sayısız alâmetlerinden ikisidir.

Ayetteki “Buralarda dolaşmasında kendisine bir sakınca yoktur” ifadesinden anlaşıldığına göre; Safa ve Merve tepelerinin, üzerinde şirk koşulmuş, kirletilmiş yerler olması sebebiyle, orada dolaşmanın sakıncalı olacağı müminlerce düşünülmüş olmalı ki, ayette kendilerine “Buralarda dolaşmasında kendisine bir sakınca yoktur” denilerek, buraların da diğerleri gibi birer Allah’ın alâmeti olan yer olduğu açıklaması yapılmıştır.

Buradan; kilise, havra gibi geçmişi kirli olan yerlerin, temizlendikten sonra mescit, okul yapılmasında, oralarda dolaşılmasında sakınca olmadığı, olmayacağı anlaşılmaktadır.

Bu ayetin tahlilinde bir de şu noktanın belirtilmesinde yarar vardır: Rabbimiz ayetinde “oralarda tavaf etmede” buyurmaktadır. Tavaf; “dolaşmak” demektir ki bununla, bu tepelerin dolaşılması kastedilmiştir. Ne yazık ki Allah’ın kullandığı sözcüğün anlamı, “SA’Y” sözcüğünün anlamı ile değiştirilmiş ve yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi “iki tepe arasında yürümek, koşmak” şeklinde, uzun zamandır uygulanıp duran bir ritüel ortaya çıkarılmıştır. Dolayısıyla da, Safa ve Merve’nin dolaşılması hacc emrinin bir parçası değildir. Evrendeki bütün her şey gibi oraların da Allah’ın alâmetlerinden olması sebebiyle Safa ve Merve sadece, hacc veya umre için Ka’be’ye gelenlerin dolaşmalarında hiçbir sakınca olmayan yerlerdir.


Sonuç


Yukarıdaki tespitler neticesinde, hacc uygulamasının aşağıdaki gibi özetlenmesi mümkündür:


- Hacc emiri/ hacc düzenleme komitesi tarafından Hacc ayları tüm dünyaya ilan edilir.

- Şartları uygun olan insanlar; Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, doğal dindar, ateist herkes gidip orada dört ay süreyle İbrahimî eğitim alır.

- Hacca iştirak edenlerin güvenlikleri, yeme-içme ve barınma giderleri mü’minler tarafından karşılanır.

- Eğitilmiş, kurmaylaşmış müminler, tüm Müslümanlar için bir sene geçerli olacak, idari, siyasi ve askeri ültimatom yayınlar.

- İbrahimî eğitim için Müslüman olmayanlar; hıristiyan, Yahudi, müşrik, atesit vs. de hacca götürülür. Onların da orada mü’minleşmesi; tevhid ehli olmaları sağlanır.


İşte Kur’an’ın haccı, budur. Bugünkü ham veya bayat insanların tavaf, sa’y, şeytan taşlama, zemzem içme, zemzem ve hurma hammaliyesi ile yaptıkları hacc, sadece ÇÖL TURİZMİDİR, taşın- toprağın kutsanmasıdır; İslam dinindeki hacc değildir.


KAYNAK: www.istekuran.com